“Bir Semte VEFA”

Kategori: OKMİMY PROJESİ - Tarih: 9 Kasım 2017 08:53
“Bir Semte VEFA”

Osmanlı Kültürel Mirası İzinde Projesi’nin ilk ayını geride bırakırken ikinci ayın konusuna Doç. Dr. Aynur Can hocanın ufkumuzu aşan ve açan konuşmaları ile bismillah dedik.

Aynur Hocamızın verdiği ödev münasebetiyle “Bir Semte VEFA” adlı makaleyi okumuş olarak geldiğimiz programda hocamız, “Sanat ve Estetik Açısından Osmanlı Mimarisini Okumak” adlı söyleşisini gerçekleştirdi.

Konuşmasına şöyleşi başlığındaki terimleri tahlil ederek ve bir sınır çizmeye çalışarak yol almaya çalışan hocamız evvela zamandan bahsetti. Zamanı iyi kullanmaktan:
“Zamanı da birimlere bölerek kullanacağız…
Herkes nasibi olanı alacak bulunduğu vakitten…
Kendi zamanınızda iddialı olmalısınız…” mottolarıyla zihinlerimize hocamızın cümleleri kazındı.

Kendisinin üniversite hayatıyla başlayan İstanbul serüvenini anlatarak, bu şehre karşı uyanan merağının ve kendisini bu medeniyetin varisi hissetmesinin hatıralarıyla dikkatlerimizi celb eden hocamız: “Rumelihisarı’ndaki kimlik sahibi evler benim ilk çalışma alanımdı. Merak ettim hep; o evleri, içindekileri merak ettim ve bir gün kapılarını çaldım. Kimler yaşar oralarda onu da öğrendim.” Çünkü “insan merak duygusuna yenilmeli, yenilmemiz lazım bu duyguya!” diyerek bizleri merak etmeye, en çok da bu şehre kulak vermeye davet etti.

Estetik kavramını ele alarak terimleri tahlil etmeye başlayan Aynur Hoca kısaca estetiğin tarihçesinden bahsederek tümel felsefe içerisinde değerlendirilen estetik kavramının sanat felsefesi ile somut bir alan kazandığını ifade etti. “Estetikte subjektivizm hakimdir. Çünkü sanat benden görünenin ortaya koyulmasıdır. Mimari de bu subjektivizm ile şekillenerek ortaya konan şey, boşluğu dolduran eserlerdir. Mimari, bir boşluk doldurma alanıdır. Ve şehir dokusunda böylelikle kendisine yer bulur. Ancak estetik sadece mekanları, dokuları, perspektifleri içine almaz. Estetik  medeniyet, musiki, koku, konfor, işlevsellik, zevk, şiir, derinlik, ahlak(…) gibi pek çok anlamı da içinde barındırır. Mimari, estetik alanına daha çok veçheden yaklaşıyor ancak bir şehir yalnız bununla sınırlı kalamaz.” 



“Mekandan medeniyetin üretildiği mimariye bir yol çizmek…”

Hocamız estetik, sanat felsefesi, mekan, medeniyet, sanat eseri kavramları bağlamında zihinlerimizde bir şehir mefhumu resmetmeye çalışırken kendisinin de tam da bu açıdan Vefa’ya baktığını ifade ederek konuyu bağlamına oturttu. Vefa üzerine çalışma yapmaya karar verdikten sonra günlerce bu semte geldiğinden, gördüğünden, yürüdüğünden, burayla arasında bir gönül bağı kurduğunundan bahdesen hocamız saha çalışmamızda gidip görecek olduğumuz ve çalışmasının da ana unsurları olan eserler üzerinden zihnimizde oluşturmaya haritayı çizmeye devam etti.

Vefa semti, fetihten hemen sonra vakfedilerek şenlendirilen ilk mekandır. Manevi dönüşümü için Şeyh Ebu’l-Vefa’ya vakfedilerek burada bir külliyenin inşasına başlanmıştır. Bizans döneminde de oldukça önemli bir konuma sahip olan bu semt, önde gelen ailelerin yaşadığı, Ayasofya, Pantokrator, şehir merkezi ve başka önemli yapıların kesişme noktasında kurulmuş olan önemli bir mevkiiydi.  Osmanlı döneminde de Vefa semti bu derece önemli bir misyon taşımıştır. İlk irşad faaliyetleri buradaki külliyenin inşası ile başlamış daha sonra Fatih, Süleymaniye ve Bayezid Külliyesinin inşası ile İstanbul’un üçüncü tepesinin eteklerinde kurulan bu semtin stratejik önemi artarak korunmaya devam etmiştir.

Semt dokusundan bahsederken derinlere dalmış olan hocamız araya bir fasıla girerek “bir semtte her şey yansa, yakılsa, yok olsa da geriye kalan tek bir eser bile sizin o semte, döneme, dokusuna dair fikir edinmenize kaynaklık eder.” diyerek mekansal perspektiften dönem okuması yapabileceğimize dikkatimizi çekti.

“Vefa bir kök mekandır. Cumhuriyet ile bir redd-i miras yapıldığı için asıl kaynaklara ulaşmak oldukça zordu bir zamanlar. Ancak bilgi edinmek yalnız kitaplardan değil mekanlardan, ağızlardan, hallerden de tevarüs eder!” Kişi hissiyle yaklaşınca farklı bir şey bulur, görür, yaşar her zaman… Bu yüzden bir semte gidin kendinize orada bir yer edinin, oranın insanlarıyla bağ kurun; çünkü ancak hissmiz kadar varız…


15. yy Osmanlı şehircilik anlayışı külliye ile vücut bulmuştur. Bunun ilk örnekleri erken Osmanlı döneminde de görülmekteyse de Vefa ile baş şehrin ilk külliye yapılarından birinin temelleri atılmıştır. Külliye, kamusal alanın birliğini ifade eder. Zaten Osmanlı şehir ve şehri ortaya çıkaran  mimari unsurların inşasında her zaman tevhidi öncelemiştir. Yani tevhid anlayışı bu kültürün temellerine o kadar nüfuz etmiştir ki eliyle kurduğu her şeyde bu mefhumu tevazusunun haşmeti ile haykırmıştır. Külliyeler şehrin merkezindedir. Külliyenin merkezinde ise cami vardır. Ancak İslam’ın buyurduğu temizlik anlayışı gereğince su ile yoğrulan Osmanlı medeniyetinin abdest ihtiyacı için evvela hamam inşa edilirdi. Organik bir bütünlük olan külliyeler, parçaların biraraya getirilmesinden başka bir formun ortaya çıkmasıdır.

Külliye yapıları dışarıdan oldukça sade, yalın ve bir o kadar da görkemlidirler. Biraz içerisine girdiğiniz de ise sizi hattıyla karşılar; yani şiir ile… Aynı bizler gibi; dışarıdan bunca benzerliğimiz olduğu, bu kadar yalın olduğumuz halde içerisine girince binbir sürpriz ile karşılaştığımız bitip tükenmek bilmeyen her bir insan gibi.. Yani külliyeler işlevsel olduğu kadar estetiktir, verimlidir, bereketlidir. Ve bulunduğu ortam ile diyalog halindedir. Okuma ihtiyacı için medresesiyle, hastaların tedavi ihtiyacı için darü’ş-şifasıyla, konaklama ihtiyacı için tabhanesiyle ve diğer unsurlarıyla ihtiyaçlara cevap verir. Ayrıca külliyeler insanı ölüme de hazırlıklı kılar. Cami ile ibadeti, hazire ile de ibadetin mahiyetini hatırlarda tutar.  Yaşam ile ölümü bir kılar. Ayrılmaz ve ayrışmaz kılar. Çünkü yaşamamızı anlamlı kılan şey vaktin her şeyi yapamayacak  kadar kısa olmasında ve ötesine, heybemize bir şeylerin biriktirilmesi için aslında yeterince de uzun olmasında… Zaten Osmanlı İstanbul’unda da ölümle hayat iç içedir. Hangisinin nerede başlayıp da nerede son bulduğu belli değildir. İşte külliyenin çevresi ile kuracağı bu diyalog için de bir el gerekli. İhya edecek bir el, külliyeye yüklenen bu misyonu bi’l-fiil kılacak bir el; Şeyh Ebu’l Vefa Hazretleri. Ebu’l-Vefa hazretler ile külliyeden zuhur edilmesi istenen anlam ise “insan-ı kâmil” mefhumu…

“İnsan mekanı oluştururken içerisinde olduğu zaman bağlı kalarak inşa eder onu. Zaman da değişiyor. Kendimizden kendimiz akıyoruz…”

15. ve 16. yüzyıllarda külliye formunun tevhid ilkesi gereğince inşa edilmesinin akabinde müstakil medrese yapılarının da görülmeye başlandığını fark ediyoruz. Bu da bir külliye formudur ancak merkezinde cami değil medrese vardır. Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi ve Sebili… İlme verilen önemin artmasına dair bir delil olan bu yeni form aynı zamanda da tevhid ilkesi bağlamında oluşan külliye mefhumunun parçalanmaya başladığının da alâmet-i farikasıdır.

1740 tarihli Atıf Efendi Kütüphanesi ise artık külliyede bütüncül bir yapı oluşturan unsurların müstakil olarak inşalarına örnektir. Önceleri kütüphaneler medreselerde ya ayrılan raflarda kitapların muhafazası ile yahut da ufak çaplı odalar ile kurulmaktaydı. Bu tarihlerde ise artık külliye formunan ayrılan kütüphaneler müstakil olarak kamuya hizmet vermeye başlamışlardır.

Tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte Daru’l-hadis Çeşmesi olarak anlandırılan su yapısı ve Ekmekçizâde Ahmed Paşa Medresesi de bu anlayışın devamı olarak faklı zamanlarda müstakil olarak inşa edilmişlerdir.

Biraz da 18.yüzyılın dünya görüşü olan kapitalizmin de etkisiyle gösterişe unsur olan bu yapılar medeniyetin tevarüs ederek gelen hakim mefhumundan uzaklaşarak inşa edilmeye başlanmışlardır. Ve 18.yüzyılda ise külliyeler kışla formu etrafında şekillenmiştir. Buna en güzel örnek ise Üsküdar Selimiye Külliyesi’dir. Cami adeta kışlanın varlığı altında ezilmeye yüz tutmuştur.


“Kendimizden bakarak şehre müdahil olmayalıyız” diyerek son sözlerini söyleyen hocamız saha çalışmamız için Vefa’ya yalnız mimari eserleri görmeye gitmek yerine oraya ruhumuzla bir semtin ruhuna değmeye gitmemiz gerektiğini bize en güzel bir şekilde ifade etti ve hissettirdi.

Bizlerin Doç. Dr. Aynur Can Hoca ile tanışmasına vesile olan proje organizetörlerimize teşekkürü bir borç bilerek yolumuza bu güzelliklerle ve minnet hisleri içinde devam ediyoruz.

 
      Meliha AÇIKGÖZ
 

http://istanbultarih.com/haberprint/-bir-semte-vefa--10309.html