7 TEPE İSTANBUL GEZİSİ NOTLARI

Kategori: Gezi Yazıları - Tarih: 2 Ocak 2011 13:10
7 TEPE İSTANBUL GEZİSİ NOTLARI

Sultanlar şehri İstanbul’da “Nerede o eski mekanlar, eski insanlar, eski zamanlar” demek, nostaljik duygular yaşamak için ne kadar da çok beklemişim. Uzun süredir bu şehrin tarihi dokusunu görmek, lezzetine varmak için bekliyordum. Bir türlü fırsat bulamıyordum, tâ ki bu hafta sonuna kadar.

İstanbul Tarih ve Kültür Topluluğu’nun başarılı çalışmalarını yakından bilen biri olarak bu haftaki “7 Tepe İstanbul” gezi programına katıldım. İyi ki de katılmışım. Şehrin tarihi şahsiyetlerini, eserlerini, manevi dokusunu, tadını, kokusunu hissettiğim bir gezi oldu.
 
 “İstanbul’un derûnuna âşinâ olma” ifadesiyle yüzleştim. İstanbul’a nereden nasıl bakılacağından, büyük camileri görmenin ötesinde, içerisinde kendini bulmanın huzurunu yaşadım. Mimarideki işçiliklerden kubbesindeki detaylarına, sedef işine, padişah tuğrasına, hattat kitabesinin derinliğine kadar, bazılarının varken nasıl yok olduğuna kadar, bütün inceliklerine kulak verdim. Bu duyguları gezi kafilesiyle birlikte yaşadık.
 
 “İstanbul’u seven peşime düşsün”
 
Tarihçi İbrahim Akkurt’un eşsiz ve heyecanlı anlatımı, konuya hâkimiyetiyle birleşince gerçekten olağanüstü bir geziye tanıklık ettim. “İstanbul’u seven peşime düşsün” edasıyla bizi peşine taktı, kondisyonumuzu sınadı. Gelin bu şehrin derinliklerine inelim, şehrin silüetine tepelerden tanıklık edelim diyerek şehrin 7 tepesini bir güne sığdırarak gezdirdi.
 
Böylesi kapsamlı bir geziyi bir güne sığdırmak mümkün mü diye düşünürken arkadaşım Mustafa ile düştük yola. Yetişebilir miyiz, geç kalmayalım kaygılarıyla buluşma noktamız olan Haseki’ye büyük bir heyecanla ulaştık. Birbirinden meraklı, heyecanlı, şehri seyre değil, derinliğine incelemeye gelmiş bir kafileyle, en yakınımızdaki tepede olan Haseki Külliyesi’yle gezimize başladık… Muhteşem bir cami, naif ve zarif bir sebil ile karşılaştık.
 
İlk yapılan hanım sultan külliyesinin az aşağısına doğru ilerlerken rehberimiz ilginç bir soru soruyor. Peki, buradaki türbe sizce kime ait olabilir? Şaşkın bakışlarımızı görünce bir de kopya veriyor, 4.  Murat ve Genç Osman’ın eniştesi… Çok kuvvetli komutan… İstanbul bir ilçesine, çiftliğinin olduğu yere ismi verilmiş. Derken, Bayrampaşa olduğunu öğreniyoruz. İşte böyle şaşkınlıkla başlayan gezimiz, tarihi alanlardan geçerek divan yolu üzerindeki tramvayla ikinci tepeye doğru yol aldı.
 
İstanbul’u biliyorum! demek oldukça zordur. Bunu en iyi Sultanahmed Meydanı’nı gezerken anladık. Pargalı İbrahim Paşa’yı, liseli genç arkadaşımızın anlatımıyla daha derinlemesine öğrendik. Sultanahmed’teki bugün Türk-İslam Eserleri müzesi olarak işlev gören sarayını dinlerken, saraya damat olduktan sonra sadrazam olmasının liyakat konusunu sarstığını, kibrine yenildiğinden öldürüldüğünü öğrendik. Ve yine meydanın Bizans dönemine ait hikâyelerini merakla dinledik. Hipodrom olarak kullanıldığında önce gladyatörlerin, sonra atlı kulüp takımlarının mücadelelerine, İstanbul’un Latin İşgali’nde yaşadıklarına kadar birçok konuyu öğrendik. 3 başlı yılanın ilginç hikâyesini de merakla dinledik. Büyülü olduğuna inandıkları heykelin zarar görmesi durumunda türlü belalarla karşılaşacaklarına inanıyorlardı. Bizans halkı, İstanbul’un kaybedilmesini de buna bağlamış.
 
Nuruosmaniye Camisi’nde Mescid-i Aksa Sembolü…
 
Ben de birçok İstanbullu gibi sonradan İstanbullu olanlardanım. Bu şehre ilk geldiğimdeki şaşkınlığım Sultanahmed Camisini gördüğümde zirve yapmıştı. Külliyenin kapısında o zaman mimarı için tabelada Kastamonulu Sedefkar Mehmet Ağa yazıyordu.  Şimdi Kastamonulu kısmı kaldırıldı. Kastamonulu unvanı varken, bende içeri girerken yüzümde bir gülümseme oluşturmuştu. Çünkü benim doğduğum topraklardan biri böylesine bir eseri inşa etmişti. Neyse içeri girdiğimde her zaman aynı şaşkınlık ve huzuru hissederim. İznik çinilerine baktıkça hattatının ince işçiliğine hayranlık duyarım. Batılıların Blue Mosque diye isimlendirdiği içerisinde yaklaşık 21 bin adet çini barındıran bu camiye hayran olmamak mümkün mü?…
Lale desenlileri başta olmak üzere çinilerini inceledikten sonra Çemberlitaş-Nuruosmaniye Camii Tepesi’ne doğru yola koyulduk. Divanyolu’nda yürürken buradan geçen nice devlet adamları, yeniçeriler, kapıkulu askerleri aklıma geldi. Bir an tarihin derinliklerine dalacaktım ki, Sultan İkinci Mahmud Türbesi’nin karşısında buldum kendimi. Sultan İkinci Abdülhamid’e olan sevgi ve hürmetiyle bildiğimiz rehberimiz İbrahim Akkurt “Dedemin ruhuna bir Fatiha” diyordu. Gülümsedik, esirgemedik tabi… Başladı Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın eğitime olan katkısından hayatındaki trajik olaylara kadar anlatmaya… “Fatih Camii Haziresi’ne, atası Sultan Fatih’in yanına gömülmeyi istedi, bu isteği de ona çok görüldü, buraya dedesi Sultan 2. Mahmud Türbesi’ne defnettiler…”
 
Oradan “restorasyonu ne kadar da uzun sürede yapıldı” eleştirisi ile Çemberlitaş’ın altındaki Hz. İsa dönemine ait olduğu rivayet edilen eserleri konuşarak, rehberimizin ifadesiyle mimarisi Fatih Camii’nin ilk yapımına en çok benzeyen Gazi Atik Ali Paşa Cami’nin yanından geçerek Nuruosmaniye Camisine ulaştık. Son selâtin cami olan Nuruosmaniye Camii eşsiz bir mimariye sahip. Çok güzel olduğu kadar, düşündükçe esrarlı gelen muhtevaya sahip. Yapımı, açılışı kimseye nasip olmuyor. Türbesi de öyle… 1. Mahmud başlıyor, 3. Osman tamamlıyor. Buradaki türbeye medfun olmayı her ikisi de istiyor; ancak ikisine de nasip olmuyor. 1. Mahmud’un kendi ismiyle başlattığı türbede annesi Şehsuvar Sultan medfun bulunuyor. İçeride de rehberimiz aracılığıyla ilginç bilgilere sahip olduk.  Kubbe kemerinde Fetih Suresi’nin tamamı yer alıyor. Mihrabı çıkıntılı ve çok köşeli, Mescidi Aksa simgesi var. İçerideki akustik de oldukça ilginç, İstanbul Tarih ve Kültür Topluğu’nun Anma Programlarındaki başarılı sunumuyla bilinen Ahmet Melik Ünal’ın tok sesiyle bunu yerinde gördük. “Allahu Ekber” nidaları kenarda okunduğunda 2-3 saniye yankı yaparken, tam ortada iken okunduğunda 10-12 saniye yankılandı. Hem de ne yankılanış, yüreklerimizi titreten bir uyarış… Barok tasarımlı kütüphanesi de oldukça dikkatimizi çekti ve ilme verilen değeri anlamamızda aracı oldu.
 
Bâyezid Camisi’nde ilk namazı Sultan İkinci Bâyezid kıldırdı…
 
Buradan hazin sonuyla bildiğimiz Çorlulu Ali Paşa’nın Medresesi’nin yanında soluklanarak 4. Tepeye Bâyezid ve Süleymaniye Cami yoluna ulaşıyoruz. 4. Tepede tarihi isyanların, darbelerin, gösterilerin tanığı Bâyezid Meydanı’na ulaşıyoruz. Bizans devrinde Theodosius Forumu olarak adlandırılan ve Sultanahmed’teki At Meydanı’ndan sonra şehrin en büyük meydanı olan bu alana Sultan Bayezid Veli tarafından yaptırılıyor bu Cami-i şerif ve ilk namazı kıldırmakta kendisine nasip oluyor. Restorasyonda olan caminin yanında soluklanarak tarihi İstanbul Üniversitesi kapısı önüne ulaşıyoruz. Fatih’in fetihten sonra ailesiyle kaldığı Saray-ı Âtik, Seraskerlik Binası, Üniversite derken ne çok yorulmuş. Tarihin bütün yaşanmışlıklarını bir çırpıda anlatabilecekmiş gibi de diri duruyor.
 
Kültür gezisi olur da yemek kültürü olmaz mı? Tabiî ki olur… Süleymaniye Tarihi Kuru Fasulyecisinde yenilen kuru fasulye ve tatlı, içilen çay sonrası Süleymaniye Külliyesi’nin manevi lezzetiyle güzergâhımıza devam ediyoruz.
 
Mimar Sinan’ın kalfalık eseri bizi mest ediyor, burası kalfalıksa ustalık eseri nasıldır acaba diye düşünenlere rehberimiz cevap veriyor. “Bu mimari bir konudur, kubbelerin yaslandığı yarım kubbe ve kubbecikler üzerine oturan tek kubbe Selimiye Cami’nde bu şekilde değildir. Ustalığı, tek kubbe üzerine fizik kurallarına meydan okumasındandır” bilgisiyle avluya çıkıyoruz. Avluda yer alan kitabe ve sebil incelemesi sonrasında İstanbul Boğazı manzarasına bırakıyoruz kendimizi. Oradan Süleymaniye Külliyesine sağ alt köşesine adeta mührünü vuran Mimar Sinan’ın türbesine ulaşıyoruz. Mezarından alınan kafatasının bulunamamasına üzülüyor, ruhuna Fatiha gönderiyoruz.
 
İnsan gerçekten elinde olanın kıymetini bilmiyor, böylesi bir şehri bize nasip edene sonsuz şükürler olsun, vesile olanlara da rahmet etsin…
 
Süleymaniye’nin ayakta kalabilen tarihi konaklarının arasından geçiyoruz, eski mahalle dokusunu, cumbalı evleri hayranlıkla geride bırakıyoruz. Hedefimiz belli, 5. Tepede Fatih Camii Külliyesi…
 
Ancak aralardaki güzellikleri de göz ardı edemiyoruz. İstanbul’un küçük camileri de güzel, tarih kokuyor, kiliseden dönüşenleri de öyle…  Molla Güranı, Ebu’l Vefa, Mimar Mehmet Ağa camilerine de kısa kısa uğrayarak mest oluyoruz.
 
Fatih ve Yavuz Selim Külliyeleri İstanbul tepelerine gerdanlık olmuş…
 
Havariyun Kilisesi’nin üzerine kondurulan Fatih Cami’nin ilk hali günümüze ulaşmamış; ancak ecdad sahip çıkmış yenisini yaparak türbesiyle birlikte bugünlere ulaşmış. Türbesinin etrafında onlarca âlim bürokrat ve komutan yatıyor. Haziresi oldukça geniş ve huzur veriyor.
 
Gezi böylesine içerik yüklü olunca vaktimiz iyice daralıyor. Güneş batmadan Edirnekapı Mihrimah Sultan Külliyesi’ne bakan surlardan güneşin batışını izlemek istiyoruz. İstanbul manzarasıyla temaşa için can atıyoruz.
 
Ancak, önce aziz İstanbul’un 6. tepesine konumlanan Yavuz Sultan Selim Külliyesi’ni gezmek istiyoruz. Ve ulaşıyoruz da… Aman Allah’ım resmen tepelerin saklı cenneti… Burayı görmeyen çok şey kaybeder. Külliye’nin manzarası bir tarafa, restorasyondaki türbenin yanında kısaca hayatına dair konuşuyoruz.
Sina Çölü’nü Peygamber Efendimizin rehberliğinde geçişi, komutanlığı, ileri görüşlülüğü, genç yaşta ahret yurduna göçüşü… Heyecanla ve merakla dinledikten sonra avluda cami hakkında teknik bilgiler ediniyoruz. 2-3 dakika selfie molasının ardından 7. tepe olan Mihrimah Sultan Külliyesi’ne doğru yola düşüyoruz.
 
Mihrimah Sultan’ın üzerinden ışık eksik olmuyor…
 
Hızlı ve seri bir şekilde değişen Fatih caddelerinden geçiyor, trafikle boğuşuyor, kırmızı ışıkları elimizin tersiyle iterek Edirnekapı Mihrimah Sultan Külliyesi’ne ulaşıyoruz. Önce buradan bir gayretle surlara çıkıyor, İstanbul silüetini temaşa ediyoruz. İstanbul’un güneşten ayrılışına tanıklık ediyoruz. Ardından ezan sesini takip ederek içerisine girdiğimiz caminin 11 yılda biten restorasyonuna hayran kalıyoruz. İnce işçilik gözlerimizden kaçmıyor. Annesi Hürrem Sultan gibi büyük bir hayır sahibi olan Mihrimah Sultan’ın Üsküdar’da adına yapılan camiyi karanlık bulmasının ardından, bu tepeye içerisindeki aydınlığıyla tanınan bu camiyi yaptırıyor. Mimar Sinan gibi bir ustaya yakışan cami, İstanbul’un bu en yüksek tepesine adeta mührünü vurmuş. Güneş ve ay anlamına gelen Mihrimah Sultan’ın, hayırlı eserleri sayesinde üzerinden ışık eksik olmuyor. 21 Mart tarihinde Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin tek minaresi ardından kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nin ardından ay doğuyor! Bu da Mimar Sinan’ın farkı olsa gerek…
 
İstanbul denilince akla ilk gelen 7 tepesi olmasına rağmen en bilinmeyeni de isimleridir aslında. Logolarda vardır, şiirlerde, romanlarda vardır. Ancak say denilince sayacak kişi sayısı oldukça azdır. Zaten mesele sayılmasında değil, görülmesindedir diye düşünüyorum. Bugün sur içinde kalan ve eski İstanbul dediğimiz alanda yer alan bu tepeleri gezmek tarih birikimine yelken açmaktır. Bu sebeple böylesi eşsiz bir kültür gezine katılmanın mutluluğunu yaşıyorum. Emeği geçenlere teşekkür ediyor, İstanbul’un eşsiz güzelliklerini yeniden görmeyi ümit ediyorum.
 

http://istanbultarih.com/haberprint/7-tepe-istanbul-gezisi-notlari-182.html