2010 yılından itibaren geleneksel hale getirdiğimiz ve bu yıl da vefatının 496. Yıldönümü olması hasebiyle 25 Eylül Pazar günü yapmayı planladığımız Yavuz Sultan Selim Han’ı Anma ve Anlama programımız; Kültür Bakanlığı ile yapılan yazışmada türbede bir takım teknik sıkıntılardan ve henüz türbenin resmi açılışı yapılmadığından dolayı anma programı düzenlemeye müsait olmadığı tarafımıza resmi yazı ile bildirilmiştir. Yönetim Kurulumuzda yaptığımız istişareler sonucunda “Yavuz Sultan Selim Han’ı Anma ve Anlama” programımızı maalesef iptal etmiş bulunmaktayız.
Ömrü hayatı, icraatları ve yaşayışı günümüz gençliği önünde âbide bir şahsiyet olarak arz-ı endam eden tevâzunun ve cesaretin Sultanı Yavuz Sultan Selim Hân’ın hayatından hiç şüphesiz günümüz gençliği birçok mesaj almalıdır.
24 Nisan 1512 yılında Osmanlı Devleti’nin 9. Padişahı olarak Osmanlı tahtına geçen Yavuz Sultan Selim, 1512-1520 yılları arasında Osmanlı Devleti’ne ve milletine hizmet etmiştir. Tarihçiler tarafından 620 sene içindeki sekiz senelik Yavuz devri; vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanına benzetilir Yavuz Sultan Selim Han da diğer Osmanlı padişahları gibi devr-i saltanatında milletini azız bilmiş, devletinin, milletinin ve ümmetinin refahı için çalışmayı ibadet görmüş ve bu ibadet aşkı ile hizmet etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin, hiçbir İslam devletine nasîb olmayan altı yüz küsür senelik ihtişamı, maddeden ziyade maneviyata verdiği değerden kaynaklanmıştır. Osman Gazî‘nin meşhur bir rivayete göre, misafir kaldığı bir evde, odada Kur’an-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emanetleri büyük bir tazim ile İstanbul’a getirip, onların başında kırk hafız tayin ederek - asırlarca sürecek bir surette- kesintisiz olarak Kur’an-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destan büyüklüğünün temel saiklerindendir.
Hayatı boyunca çaresizliği lügatine sokmamış, her çârenin Allah’a dayanmak sûretiyle bulunabileceğini düşünmüş ve çaresizlikleri çarelendirmiştir. Nitekim Mehmed Akif de bu hususta, “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol; Yol varsa budur ancak, bilmiyorum başka çıkar yol” diyerek âdeta Yavuz’un bu karakterini tarif etmiştir. Tarih, emsalsiz bir Cengâver Hakan portresini altın sayfalarına onunla resmetmiştir.
Yavuz Sultân Selîm Han, tahta geçer geçmez, sur’atle icraate başlamıştır. O sıralarda Azerbaycan, Irak ve İran’ı eline geçirmiş olan Şah İsmail, Anadolu’yu tehdit eder bir duruma gelmişti. Şiiliği vesile kılarak devamlı fitne çıkartıyor, Müslümanların birliğini sarsıyordu!.. Bunun üzerine Yavuz, 20 Nisan 1514’de Üsküdar tarafına geçerek orduyu hümayun ile İran seferine çıktı. Şah İsmail, yiğitlik gereği olarak er meydanına davet edilir. Şah İsmail ise Yavuzun karşısına çıkmak yerine devamlı kaçar ve er meydanına çıkmaz. Bu uzun yolculuktan usanan orduda birçok kimse:
“Şah İsmail kaçtı. Bu bile zaferdir. Artık geriye dönelim. “deyip, isyan çıkarmağa başladı. Hatta bunlar, Yavuz’un çadırına ok atacak kadar ileri gittiler. Bunun üzerine Yavuz’un, çadırından çıkarak isyancı askerlere karşı îrad ettiği nutuk, harp tarihinin şaheserlerindendir.
Yavuz bu nutukta; « …henüz hedefe varılmadığını, seferden asla dönülmeyeceğini, cihad için yapılan bu seferden, ancak kadınlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın ardınca gelmesini isteyip, tek başına dahi olsa savaşacağını » gür sesi ile ifade ederek “İsteyenler, karılarının yanına dönüp entarilerini giyebilirler! Ben düşmana karşı tek başıma da gidebilirim!.” der ve atını şaha kaldırır.
Yavuz, şehzadeliğinden beri kefenini boynunda gezdiren bir cengaverdi. O anda binlerce ok ile şehîd olabilirdi. O’nun tevekkül, teslîmiyyet ve her çarenin Allah -celle celâlühû- olduğunu idrak etmesi, bir anda hadisenin seyrini değiştirdi. Yavuz’un yüreğinden akan bu nutuk, askerin gönlünü bir çağlayan gibi coşturdu. Çaldıran Ovası‘na doğru yeniden taze bir azim ve müthiş bir hamle gücü ile varıldı. Neticede Şah İsmail perîşan bir şekilde mağlup olup, Karısını ve tahtını harp meydanında bırakarak kaçmıştır.
Büyük şair Yahya Kemâl, O’nun bu doyumsuz cihad meylini:
Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel;
Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedi” mısrâları ile ebedîleştirmiştir. Genç yaşta ecel kendisini teslim almasaydı ‘Muhammed aleyhisselamın şânı bütün âlemi kaplayacaktı’ diyerek onun erken yaşta ölümünden üzüntüsünü dile getirmiştir.
Âlimlere ve ilimle meşgul olan insanlara hürmet ve saygı duyan Yavuz’un bu karakteri tipik bir Osmanlı karakteridir. Mısır Seferi dönüşü Adana civarında iken hocası İbn-i Kemâl’in atından sıçrayan çamur, Yavuz’un kaftanına geldiğinde hocası telaşlanmış ve mahcup olmuştur. Fakat Yavuz Sultan Selim, hocasına “Âlimlerin atının ayağından üzerimize sıçrayan çamur bizim için şereftir. Bu kaftanımı yıkanmasın ve öldüğümde türbemde yer alsın” diyerek ilme ve âlime duyulan hürmetin en güzel örneğini sergilemiştir. Yüzyıllardır beri bu kaftan, bir camekan içerisinde Selim Han’ın sandukası üzerinde durmaktadır. İlmin değerini ve ilim adamlarına verilen kıymeti gösteren bu hadise ve onun sergilendiği Yavuz Selim Türbesi gençliğimiz için bir mektep değerindedir
İslamiyete bağlılığı, dini yayma ve din yolundaki bid’atleri yok etme yolundaki gayret ve himmeti son derece yüksekti. En büyük ideali Müslümanları ve İslam devletlerini bir bayrak altında toplamaktı. Bunun için gece gündüz çalışarak babasından devraldığı devletini iki katından fazla büyütmüştür. Akıllara sığmayan bu muazzam fütuhat 1514-1518 yıllarını kapsayan dört yıl gibi kısa bir süre içerisinde gerçekleşmiştir.
Yavuz Sultan Selim Mısır’ı alıp Osmanlı topraklarına katınca, Arapça olarak şu mısraları söyler:
“El-mülkü lillahi men bi zaferin yenîlü metâ, Yerdâ kahren yehyâ nefsuhu derekâ
Lev kâne lî ligayr-i kadrü ümmiletün, Fevkat-tûrâbü lakâ el-emrü müşterekâ.”
(Mülk Allah’ındır. Bir kimse zafere ulaştığı zaman gururlanarak zulmü arttırıyorsa, Allah onu çok aşağı mertebelere indirir. O kimse neye gururlanır ki? Şayet benim veya başka bir kimsenin yeryüzünde bir parmak ucu kadar toprağı olsa bu Allah’la ortaklık değil midir?)
Dindar, mütevazî ve gururdan berî olan Yavuz, Kuvvet ve kudretin, Allah’a mahsus olduğunu, kendisinin ise, zafer için bir vasıtadan ibaret bulunduğunu söylerdi. Nefis engelini aşamamanın korku ve endîşesi içinde yaşardı. Yavuz Sultan Selim Han’ı, o korkunç Sîna çölünde bir Arslan; Mısır’a girişte mütevazî, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min; Üsküdar’da kendisini bir nefs muhasebesiyle yönlendiren ilahî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz. İşte bundan dolayıdır ki bizler de Yavuz Sultan Selım Han’ı Cesaretin ve Tevazunun Sultanı olarak tavsif ediyoruz.
Onun en fazla endişelendiği husus ve devleti için gördüğü en büyük tehdit, Müslümanların birlik ve beraberliğinin bozulmasıdır. Kendisine atfedilen bir dörtlükte Selim Han’ın birlik ve beraberliğe verdiği önem çok iyi anlaşılmaktadır.
Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hatta bî-karar eyler beni
İttihad oldu hücum-ı hasmı def’e çâremiz
İttihad olmazsa daim dağdar eyler beni” demektedir.
Günümüzde olduğu gibi Yavuz Sultan Selim Döneminde de İslam dünyası içerisinde mezhepçilik fitnesi sokulmak istenmiştir. Bu fitne karşısında Müslümanların birliğini tesis etmek için gecesini gündüzüne katmış Yavuz Sultan Selim Han’ın, İstanbul’umuza yapılan 3.köprüye tam da bu dönemde isminin verilmesini anlamlı buluyor bu kararı alanları tebrik ediyoruz.
Vekil(!) olduğu günden beri milletimiz hayrına olumlu hiçbir faaliyete imza atmayıp, ekmeye çalıştığı fitne tohumlarıyla şer odaklara hizmet eden ve tarih bilgisinden yoksun bir zaatın Yavuz Sultan Selim hakkındaki sözleri kâle alınacak türden değildir. Toplum içinde kutuplaşmaya yönelik sarf ettiği sözler sadece zavallılığını gözler önüne sermektedir. Dünya küresinin mücevher beldesi İstanbulumuz’a yapılan 3.köprüye Yavuz Sultan Selim ismi verilmesinden rahatsız olunmaz bilakis gurur duyulur. İlla ki birşeylerden rahatsız olmak gerekiyorsa, Dersim’i bombalayan Sabiha Gökçe'nin isminin halen Kurtköy’deki havalimanında yer almasından rahatsız olunmalıdır. Kanaatimize göre bu havalimanına da milletimize darbe girişimi ile diz çöktürmek isteyen güruha karşı ilk kurşunu hainin alnının ortasına sıkıp, bu necip milletin ihtişamlı istikbali için cennete kanat çırpan Ömer Halisdemir isminin verilmesi isabetli olacaktır.
Yine bir diğer önemli konu ise geçtiğimiz haftalarda Yavuz Sultan Selim’in vasiyeti üzerine türbesindeki yerini alan kaftanı ile ilgilidir. Bayezid Camii gibi bir kutlu mabede imam hatip olarak yıllarca hizmet verdiğini zannettiğimiz bir hoca müsveddesi eğer 15 Temmuz kalkışması başarılı olsa imiş Yavuz Sultan Selim Han'ın kaftanını Pensilvanya şeytanına vermekle görevli imiş. Dedemiz Yavuz'un değil kaftanı, türbesindeki tozu bile layık görmeyeceğimiz kuklaların planlarını bozup onları tüm dünyaya rezil rüsva eden Rabbe şükürler olsun.
Böylesine cesur, tevazu sahibi bir kumandanın; ince ruhlu, donanımlı bir şairin torunları olmaktan onur duyuyoruz. Vefatının 496. yıldönümünü idrak ederken onu şükranla anıyoruz. Milletimiz aradan ne kadar zaman geçerse geçsin O’nu arzu ettiği gibi rahmetle anacaktır. Bizler, dinimizin bütünlüğünü ve vatanımızın birliğini adına mücadele veren aziz kahramanımızı asla unutmayacağız. Bu güzide şahsiyetlerimizi anmaya-anlamaya ve gelecek nesillere aktarmaya devam edeceğiz. Yolumuzu aydınlatan bu meşalelerin sönmesine asla izin vermeyeceğiz.
İbrahim AKKURT
İstanbul Tarih ve Kültür Derneği Başkanı