1986'da İstanbul'da doğdu. 2009 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce öğretmenliğinden mezun oldu. Aynı Üniversitede Yakınçağ tarihi yüksek lisansını Seyyid Ali Efendi'nin Fransa sefareti isimli tez çalışması ile tamamladı. Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Siyaset ve Sosyal Bilimler programında doktorasını ikmal eyledi. Uzun süredir Milli saraylarda rehberlik faaliyetinde bulunmaktadır. Iyi düzeyde İngilizce, Fransızca ve orta düzeyde Arapça bilmektedir.
Ne keyiflidir satırların akıntısına teslim olup zamanda seyahat etmek. İyi ki hatıralarını kaleme alan birileri var… İyi ki var; sayelerinde bir dönemin hayatı gözümüzün önünde canlanır.Bir defa daha ‘‘Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer’’ deyiveririz.
Her ne kadar bazıları yabancıların Osmanlı’ya daha objektif baktığını söyleseler de, Doğu'nun cazibesi hele ki eklektik üslûbuyla daha da görülür olduğu son dönemde, yabancıları da efsunlanmamış mıdır? Cevabını gelin günümüzde gökdelen gölgesinde kalsa da güzelliğini korumaya çalışan Ihlamur Kasrı'nda yıllar önce Sultan Abdülmecid ile görüşen Alphonse de Lamartine’in hatıratından okuyalım:
Alphonse de Lamartine
"İstanbul ziyaretimin temel, hatta tek diyebileceğim sebebi, genç Sultan Abdülmecid’i görmek, ona aileme göstermiş olduğu harikulâde misafirperverliğinden ötürü teşekkür etmekti. Geldiğimde, Doğulu olduğu kadar Batılı da olmayı başarabilen ve kendisiyle eskiden beri irtibatımı sürdürdüğüm Sadrazam (Mustafa) Reşid Paşa’ya Osmanlının Saray adabının müsaade ettiği çerçevede efendisi ile bir görüşme düzenlemesi talebimi arz ettim. Saray adabı, bir yabancının arzını, merasim diplomatlarının bile katıldığı bir ortamda yapılmasını gerektiriyordu. Ne benim Doğu seyahatimin hızı ne de büyükelçimizin aracılığını kullanmak istemeyen yapım böyle uzun bir bekleyişe ve şatafatlı bir merasime müsaade ediyor, sadece bir seyyah, bir sultan misafiri olarak sunulmamı iktiza ediyordu. İşte bu konuda, kurala muhalefet etmek gerekiyordu. Sadrazam bu istisnayı Sultan’a arz etme ihsanında bulundu, Sultan ise kabul buyurdular. Bana Reşid Paşa aracılığıyla, üç gün sonra, Kasr-ı Hümâyûnlardan biri olan ve Avrupa yakasında Arnavutköy’ün arkasında, Kasır ile aynı isme sahip yabanî vadide yer alan, Ihlamur Kasrı'nda Sultan’ın beni kabul edeceği bildirildi.
Ihlamur Kasrı
Kabul günü geldi, yol arkadaşlarım Bay de Chamborant ve Bay de Champeaux ile Pera’daki Fransız Büyükelçiliği Sarayı'na geldik. Burada bizi Saray'dan gelen arabalar bekliyordu, birazdan tepeleri aşacak ve Yüce Sultan’ın huzuruna bizi taşıyacaklardı.Birkaç atlıdan oluşan bir şeref alayı ve Saray'dan gelen bir teşrifatçı bize eşlik ediyordu.
...Akarsu’nun bittiği yere doğru yolun sonunda, koca yapraklı bir ağacın altında paşalar atlarından inmiş, imparatorlarının gelişini bekliyorlar ve tütün içiyorlardı. Süvariler, atlarına su içiriyorlar ya da onları temizliyorlardı. Kuşlar, doğu insanın yumuşak mizacına alışmış olacaklar ki, kaçmıyorlar ve atların kişnemelerine kendi şarkılarını bu derenin yanında fütursuzca karıştırıyorlardı.Bu birlikler, Sultan'ın sadece kendi güvenini kazananlara açtığı bu yalnızlığının içine bu denli girmesine müsaade ettiği yabancıların kim olduğunu bilmeden, Avrupalı ile dolu arabanın geçişine hayretle bakıyordu.
Sultan Abdülmecid
Alayın geçişi ve atlı birliklerin refakati çınarların altında, son akarsu yarığında sona erdi. Çitler ve kırlar arasında, bir orman kıyısından geçerken ne bir muhafız ne silah ne de nezaretçi görebildik. Kendimizi kırsal bir tepede ormandan açtıkları bir yeri ekime hazırlayan çiftçilerin arasında bulduğumuzda, bir Savoie ya da İsviçre vadisindeymişiz gibi hissettik.
Sultan Abdülmecid
Hiçbir ses duyulmuyordu… Sadece çakılların üzerine akan bir su sızıntısı ve yapraklarda öten kuşlar… Hâlâ bırakın sarayı, hiçbir duvar, hiçbir çatı, hiçbir engel, hiçbir ikâmet örneği fark edemedik. Araba üç yolun kesiştiği bir kavşakta nemli toprağın üstünde durdu.İndik, rehberimiz bizi sola, en gölge yola sevk etti, bu yolda ağaçların bittiği yerin sonunda çatısı düz, tek pencereli, neredeyse bizim Midi bölgesinde yaşayan fakir bir köy rahibinin evine benzeyen bir bina fark etmeye başladık… Üç basamaklı bir merdiven, basit, yeşile boyanmış parmaklıklı bir çit yoldan bu küçük evin terasına kadar yükseliyordu.Bu alçak terası birçok devasa meyve ağacı gölgeliyor ve beş-altı yaşlı ıhlamur ağacı dal ve yapraklarını çatıya doğru uzatmış onu gölgeye gark ediyordu.İncecik bir fıskiyenin beslediği küçük bir kare havuz, hemen alttaki köşkün kapısının önünde içli içli fısıldıyor. Beş-altı basamaklı bir diğer köy merdiveni bir buçuk dönüm kadar bir bostana doğru iniyordu. Bu bahçe, çift yanı Avrupa kökenli meyve ağaçlarının gölgesindeydi ve adeta bir fakirhâneye aitti; meyveler insanoğlunun en tabii gıdasını teşkil ediyordu. Kasrın yirmi adım ilerisinde bu mekânda bir bahçıvan ailesiyle tam bir köy hayatı yaşıyor, bahçesine, ağaçlarına kuyusuna gidip geliyor, bu küçük dünyasını kendine ev bellemiş, bize dikkat dahi etmiyordu: Ancak burasıydı işte Sultan’ın gözde kasrı… Babil’den Belgrad’a, Thebai’den İstanbul’a, Asya, Avrupa ve Afrika’nın efendisinin çalışma ve dinlenme sahası..."
Kaynak: Voyager avec Lamartine en Turquie, Académie de Mâcon 2008, s. 57-66.
Zevkle okudum, kalemine sağlık.
Osmancim tebrik ediyorum gurur duydum tekrardan Masallah basarilarin daim olsun😉👍
Elinize sağlık Osman bey çok güzel olmuş...
Teşekkür ederim Hasan Bey saygılar