İstanbul’da, her taşın altında bir medeniyet yatar, dersek abartmış olmayız. 8 bin 500 yıllık tarihiyle her karışında Roma, Bizans ve Osmanlı medeniyetlerinden izler bulunur. Bu bazen bir su kemeri, bazen bir saray, bazen köprü, bazen de tanınmaz hale gelmiş bir yapı olarak karşımıza çıkar. İstanbul, Osmanlı medeniyetinin merkezi diyoruz, bunda büyük emeği olan, İslam mührünü şehre vuran Mimar Sinan’ın izini İstanbul Tarih’in tertip ettiği gezi ile Tarihçi İbrahim Akkurt rehberliğinde küçük bir coğrafyada takip ettik.
Mimar Sinan’ı eserleriyle tanıdığımıza sevindik; ama birçok yerde de hüzünlendik. Mimar Sinan’ın eserlerine sahip çıkma kısmına hiç girmiyorum, çünkü kendi adına yaptırdığı Büyükçekmece Köprüsü dışındaki tek eseri olan mescidinde, rutubet kokusundan zor durduk. Cami cemaati yan tarafındaki alanda namaz kılıyor, bunun dışında Süleymaniye’deki türbesinden alınan kafatası da hala bulunabilmiş değil. Ruhu nasıl şad olur, bilemedik. Bunların altını çizerek İstanbul tarihini öğrenme adına düzenlediğimiz “Mimar Sinan’ın izinde Edirnekapı’dan Süleymaniye’ye” gezimize, Balkan seferlerinin kapısı olan Edirnekapı’dan başladık.
Mimar Sinan’ın, Acemi Oğlanlar Ocağı’ndan Viyana’ya uzanan öyküsü…
Tarihi yarımadanın en yüksek tepesindeki Mimar Sinan eseri Mihrimah Sultan Külliyesi’nde toplandık. Gezi rehberimiz, tarihçi İbrahim Akkurt tarafından, gezinin içeriğine dair aldığımız bilgiler ile, heyecanımız yerini meraka bıraktı. Gezi çok önemliydi, Mimar Sinan’ı öğrenecek ve yaklaşık 5 kilometrelik alanda eserlerinin izini sürecektik. Rehberimiz her gittiğimiz mekânda yaptığı gibi medeniyet algımızı şehirlere kazıyan Mimar Sinan’ın hayatından kesitler sundu. Kayseri Ağırnas köyünde doğuyor, Yavuz sultan Selim döneminde devşiriliyor, Enderun’a alınıyor. Burada Yeniçeri Ocağı ön eğitim kurumu olan Acemoğlanlar Ocağı’na başlıyor.
Ardından bakış açısını değiştirecek seferler dönemi yaşıyor. Acemoğlanı olarak Yavuz Sultan Selim Han’ın ordusunda Çaldıran Seferi’ne katılıyor, buradan orduyla Mısır’a giriyor. Buralardaki mimari eserler hakkında, kültürel farklılıklar konusunda bilgi sahibi oluyor. Görerek öğrenme, takviye etme dönemi de diyebiliriz. Yavuz sultan Selim Han’ın vefatıyla başlayan yeni dönem olan Kanuni Dönemi’nde Yeniçeri Ocağı’na kaydediliyor. Kanuni ile Rodos seferine katılıyor. Ardından Belgrad fethine şahit oluyor. 1529’da Viyana kuşatmasına tanıklık ediyor. Bütün buralarda ordu geçişlerinde köprü, han, kale vb. savaş hamlelerinde yapım ve onarım işleri oluyor. Başarılı çalışmalarıyla dikkat çekiyor.
Mimar, kadırga yapım ustası ve kahraman bir savaşçı…
Bir süre sonra da Zemberekçi başı unvanı (Yeniçeri teşkilâtının ileri gelen subaylarından, silah olarak zemberek denilen bir ok kullanıyorlar) alıyor. Ardından Kanuni ile İran’a düzenlenen Irakkeyn seferine katılıyor. Burada öne çıkmasını sağlayan bir olay söyle gelişiyor: Ordu, Van Gölü çevresine geldiğinde gemi yapılması gerekiyor. Burada, Mimar Sinan, 3 kadırga yapıyor. Seferleri bununla da sınırlı kalmıyor. Yıllar geçiyor Korfo adası zaferinde Barbaros’un yanında yer alıyor. Böylece İtalyan mimarisini de görüyor. Yine Karadeniz’in kuzey sınırlarını gördüğü Karaboğdan (Moldova) Seferi’ne katılıyor. Burada da dikkatleri üzerine çekiyor. Ordu, Prut Nehri’nden geçmek zorunda kalıyor. Bu bataklık bölgede, mimarlar tarafından yapılan her köprü yıkılıyor, sonuç vermiyor. Vezir Lütfi Paşa, hünkâra bu köprüyü Sinan Subaşı yapsın diyor ve ekliyor “Kendisi dünya çapında bir mimardır”. Sultan kabul ediyor, Mimar Sinan 13 günde bir köprü yapıyor ve herkes buradan emin bir şekilde geçiyor. Bu olayla birlikte Lütfi Paşa, Sinan’ı çok seviyor, köprünün yıkılmasına kıyamıyor, yaptığı eser hatıra kalsın istiyor. Bu düşüncelerle, Sadrazam Ayaz Paşa’nın huzuruna çıkıyor ve köprü yıkılmasın, hatta buraya kale yapalım korunsun önerisinde bulunuyor. Sadrazam, Sinan’ı çağırtıyor, Lütfi Paşa’nın ricasını söylüyor, sen ne düşünüyorsun, diye soruyor. Mimar Sinan gayet vakur bir şekilde, “Hayır, bu köprüyü burada tutmak uygun değildir, zaten kıymeti de yoktur, yarın kâfir gelir bu köprüyü alır, sonra kaleyi de alır, bir kale kazanmış gibi görünür. Sultanım ne zaman, nerede isterse ben köprü yaparım” der. Böylece ona olan sevgi ve muhabbet artar. Aradan zaman geçer, Ayaz Paşa rahmetli olur, Lütfi Paşa sadrazamlığa yükselir. Kısa süre sonra dönemin Mimar Başı da vefat eder. Lütfi Paşa tanıdığı ve ilmine güvendiği Subaşı Sinan’ı, Mimar Başı yapar. Ardından Mimar Sinan, aldığı emirle Ayas Paşa’ya türbe yapar. Sonra da Barabaros Türbesi’ni inşa eder. İstanbul’a şekil veren yapıları devam eder, İstanbul’da yaptığı ilk külliye olan Haseki külliyesini yapar. Burada hamam, medrese, cami, darülkurra (Kur’an okuma yöntemlerini (tecvidi) öğreten medrese bölümüdür) gibi yapılardaki mimari anlayışı çok beğenilir. İkinci külliyesi Üsküdar Mihrimah Külliyesi ile kalıcı eserler vermeye devam eder.
Doğu ve Batı medeniyetlerini gördü, eserlerini bu birikimle oluşturdu
Hakkındaki bilginin ardından rehberimiz çok önemli bir hususun altını çiziyor. Tarihçi olmanın da hassasiyetiyle “mimari anlayışını ve o anlayışa giden ruh dünyasını görmemiz gerekiyor” uyarısında bulunuyor. Çünkü hem doğu hem batı kültürünü yerinde görmüştü, komplekse girmemiş, incelemiş, öğrenmişti. Geniş bir kültürel birikime kavuşmuştu. Eserlerinde de minareler, kubbeler rastgele değil, şehre bir estetik, bir güzellik kazandırmak kaygısıyla yükselmişti. Çeşmeler, sebiller su ihtiyacını karşıladığı kadar şehre güzellik katmak amacıyla tasarlanmıştı. Mihrimah Sultan Külliyesi’nde bunun izlerini görüyoruz. Mihri ve Mah yani ay ve güneş’in ışığı buradan hiç eksilmiyor. 206 penceresi var. Huzur veren kubbesi, ferahlık veren yarım kubbe ve kubbecikleri mevcut. 11 yılda restore edilen caminin dışında çeşme, sebil, hazire gibi yapılardan oluşan külliyesi oldukça geniş bir alanı kapsıyor. Hamamı başta olmak üzere, bir kısmı şuan yolun diğer tarafında kalmış, içerisindeki kapalı hazire camından bakmayınca fark edilmiyor bile.
Mimar Sinan eseri Semiz Ali Paşa Medresesi’nden günümüze kalanlar…
Buradan eserlerinin izini sürmek üzere tekrar yola revan oluyoruz. Biraz yürüdükten sonra günümüzde Bilim ve İnsan Vakfı’nın kullanımında olan Semiz Ali Paşa Medresesi’ne giriyoruz. Uzun yıllar Fatih Dispanseri olarak kullanılan medrese hakkında bilgiler alıyoruz. Medrese Mimar Sinan’ın inşa ettiği diğer medreselerin aksine, bir külliyeden bağımsız olarak inşa edilmiş. Medrese hücreleri toplamda 15 oda olarak yapılmış. Eski orijinal girişi değiştirilen medreseye, Fevzi Paşa Caddesi’ne bakan yeni bir giriş açılmış. Maalesef özgün halini bozacak şekilde birçok onarımdan geçirilmiş.
Fevzi Paşa Caddesi’nde ilerliyor, bir taraftan Hattat Rakım Efendi, Atik Ali Paşa Camisi derken düşüncelere dalıyorum. Mahalleler, sokaklar, cumbalı evler, cumbalara konulan çiçekler… Ecdad da kültür varmış, yapanlar insanı merkez almışlar; şimdiki gibi arabaları, ticareti değil diye hayıflanmalarımla birlikte Kenan Rıfai Konağı’nın yanından aşağıya doğru indik.
Mesih Mehmed Paşa Camisi’nin çalınan çinileri
Mimar Sinan eseri olan Mesih Paşa Camisi’nin içine girdik. Caminin imamı Mucib hoca, canhıraş bir şekilde temizlik yaptığı esnada bizi görünce sevindi. Heyecanla camiyi tanıttı. Allah razı olsun belli ki, işini hayatıyla birleştirmiş hocalarımızdan. Hırka-i Şerif Camii’nin solunda yer alan camiyi, 1585’de Mimar Sinan yapmış. Tek kubbeli, tek minareli, üç kapılı, çinili caminin mihrabı çıkıntılı. Mihraba bakarken çok üzüldük, sağında ve solunda yer alan çiniler çalınmış, orası öylece boş kalmış, sırıtır vaziyette duruyor. 3. Murad’ın sadrazamlarından olan Mesih Mehmet Paşa hayrına yapılan caminin arazisi, Hasan Paşa’dan alınmış, kabri hemen caminin avlusunda yer alıyor.
Avludan çıkıldığında yol üstünde çeşmesi görünüyor. Yol çalışmaları güzelliğini bozmuş, hatta yolun bayağı aşağısında kalmış, kötü bir görüntü oluşmuş. Çeşmesinin akma ihtimalini aklınızdan dahi geçirmeyin!
Mimar Sinan Mescidi’ne, rutubet kokusundan girilmiyor…
Buradan Fatih’in ara sokaklarından, trafikle cebelleşerek, insanların yabancı turist görmüş bakışları arasında ilerledik. Akdeniz Caddesi’nin Vatan Caddesi’ne bağlanan noktasına yakın bir alan var. İnsanların soluklandığı küçük bir park var. Hemen onun içerisinde de diyebileceğimiz bir alanda bakımsız, gösterişsiz bir mescid var. İşte burası Mimar Sinan Mescidi. Kendi adına, kendisi yapmış. Hayır, cami değil mescid… Tezkiretü’l Bünyan isimli eserinde “Bu fakirin mescidi” diye anlatır. Osmanlı mimarisine altın çağını yaşatan, tüm zamanların en muhteşem kubbesini yapan, 400 civarı eser bırakan koca Sinan kendisine mescid yapmış. Mütevaziliğiyle, sadeliğiyle bilinen Mimar Sinan’ın mescidi aslında daha geniş bir alanı kapsıyormuş. Hatta Emir Ali Kültür Merkezi’ni bile içine aldığını rivayet edenler var.
Bugün çukurda kalmış bir vaziyetteki mescidi yazlık ve kışlık olarak iki bölümden yapmış. Avlu kapısı mescitle minare arasında, yazlık bölüm L şeklinde son cemaat yeri olarak yapılmış. Harim pencereleri iki katlı, caminin minaresi de zarif ve gösterişsiz duruyor. Mescid dışında bir yapı kalmamış, zaten mescidin etrafı gecekondu evlerle birleşmiş. İçerisinde rutubet kokusundan durulamayacak vaziyete gelmiş, haziresi falan da kalmamış. Bu şikâyetleri duyan rehberimiz, üzülerek, biraz da mahcubiyet içerisinde kaldı. “Semavi Eyice hoca olmasa, bu mescid tamamen yok olabilirdi” diyebildi. Biz nasıl bir milletiz ki, dünyanın örnek aldığı bir mimarımızın mescidini dahi koruyamıyoruz, tanıtamıyoruz. Oysa burasının bir müze gibi ağırlığı ve değeri olmalı…
En ihtişamlı Vezir Türbesi: Deli Hüsrev Paşa Türbesi…
Buradan bir diğer Mimar Sinan eseri olan Deli Hüsrev Paşa Türbesi’ne geçiyoruz. Divan toplantısında Rüstem Paşa’ya hançerle saldırmasından dolayı kendisine deli, divane denilmiş. Haksızlığa uğradığını düşündüğünden açlık grevi sonrası hayata gözlerini yummuş. Bu ilginç hayat hikâyesine sahip ve Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa’nın da abisi olan paşanın türbesi, en ihtişamlı vezir türbesi olarak kabul ediliyor.
Akıncı Bali Paşa Camisi’ndeki kürsü nereden geldi?
Buradan temel kaynaklarda Mimar Sinan’ın yaptığı ifade edilen ancak bazı kaynaklarda da onardığı aktarılan Bali Paşa Cami’sine geçiyoruz. Namazımın ardından biraz soluklanıp bu sade caminin güzelliğine dalıyoruz. Akıncı Bali Paşa’nın adına eşi yaptırmış. Mimar Sinan’ın en önemli özeliklerinden biri, şüphesiz, yenilikçiliğidir. Hiçbir eseri bir diğerine benzemez. Cami de, 6 sütuna dayanan 5 kubbeli son cemaat yeri var. Minberi mihraba yakın. Kürsüsü dikkatimizi çekiyor, meğerse Ayasofya Camisi’nin müzeye çevrilmesinin ardından oradan buraya taşınmış.
Camideki kuş evi de yine dikkatlerimizden kaçmadı. Bali Paşa, Akıncıdır. Bu sebeple rehberimiz, tarih bilgisini konuşturdu ve bizlere sınırların uç noktasındaki bu kahramanların nasıl at çatlattıklarını anlattı. “Dile kolay atın üstüne bindikleri gibi, 12 saat inmeden, 2 günde balkanları dolaşan yiğit cengâverlerden bahsediyoruz. Bunlar bazılarının düşündüğü gibi başıboş asker değil, bu işi meslek olarak yapan, vatanı için evliliği dahi düşünmeyen ahlaklı, kuralları olan disiplin sahibi askeri birliklerdir” diye ekliyor.
Şehzadebaşı Camisi’nin minarelerinden akan gözyaşı…
Buradan Mimar Sİnan’ın “Bu yüce binada güzel sanatların her türü birbirine uyum halinde tatbik edilmiştir”diye tarif edip çıraklık eserim dediği Şehzadebaşı Camisi’ne ulaşmak amacıyla, yukarıya Fevzipaşa Caddesi’ne yola koyulduk. Yol üstünde gördüklerimizi de konuştuk, İskenderpaşa Camisi’nin yanından geçtik, Fatihalarımızı sunduk. Millet Kütüphanesi’nin önünde Ali Emiri’nin Divanu Lügati’t Türk’e hürmetini, “Burası milletindir” diyerek gösterdiği kahramanlığı, kütüphaneyi nasıl kurduğunu dinledikten sonra Şehzadebaşı Camisi’ne ulaştık.
Kubbesindeki İsra Suresi’nin 1. Ayeti kerimesinde hatırlatılan namazımızı kıldık. İçerisindeki Esma’ül Hüsna’lardan aldığımız mesajlarla tesbih ve şükrümüzü icra ettik. Caminin içerisinde keşfe daldık, rehberimizden aldığımız bilgilerle çıraklık eseri olan bu camide kültürümüzü zenginleştirdik.
Kanuni’nin genç yaşta ölen, çok sevdiği oğlu, Şehzade Mehmet’in adını taşıyan bu cami sade yapısına rağmen oldukça güzel görünüyor. 6 sütuna dayanan 5 kubbeli camide son cemaat yeri var, ikişer şerefeli çift kubbesi var. Kanuni’nin gözyaşları kubbede sembolleşmiş. Kubbede şerefelerin altından akan gözyaşı şeklinde döşemeler var. Külliyeyi oluşturan diğer unsurlar, imaret ve medrese, tabhane, türbeler cami bahçesinde ve arka sokakta bulunuyor. Şehzade Mehmed Türbesi’nin içi rengârenk çinilerle dolu. Ortadaki sandukada Şehzade Mehmed, sağında Şehzade Cihangir, solunda Hümaşah Sultan yatıyor. Şehzade türbesinin sol tarafında Sadrazam Damat Rüstem Paşa’nın türbesi bulunuyor. Diğer şehzade türbeleri ise Vefa tarafında kalmış. Dış avluda Destarî Mustafa Paşa’nın da türbesi var.
31.Orta’nın Remzini kim kurtaracak?
Buradan türbeye geçerken beton dökülmüş bir taş dikkatimizi çekti. Üzerinde gemici işareti var. Bunun yeniçeri odası sembolu diyebileceğimiz remz olduğunu öğreniyoruz, İbrahim Akkurt’tan. Bu konuda oldukça hassas ve sinirli olduğunu gözlemledik. Remzin önünde durarak, hocasıyla geçen bir anısını anlattı. Bunun Yeniçeri 31. Orta’nın remzi olduğunu söyledi. Burada her geçenin üstüne basmasının, tarihimize, askerlerimize saygısızlık olduğunu ifade ederek, kaldırılmasını yönünde çalışmalarının devam edeceklerini belirtti. Bizlerde gidelim, kazma bulup, kaldıralım yerinden desek de, sonraya bırakma kararı aldık! Buradan kuş evleri ve sadaka taşına değinerek Vefa semtine döndük. Yol boyunca önce Fatih’in hocası Molla Hüsrev’in mescidinin yanından, sonrada diğer hocası Molla Gürani’nin camisinin güzergâhından geçerek, kalfalık eseri Süleymaniye Külliyesi’ne ulaştık.
Süleymaniye Külliyesi’nin şifreleri…
Kanuni’nin “Bina ilminin kılıcı” dediği Mimar Sinan burada eşsiz bir yapıya imza atmış. Gururlandığımız medeniyetimizi gösterebildiğimiz, yüzümüzü ağartan İstanbul’un mimari anlamda en nadide eseri.
Mimar Sinan, ilmini din ile bütünleştirip mükemmel eserler ortaya koymuş. Örneğin Sinan, Kur’an-ı Kerim’de geçen “Biz dağları yeryüzüne çivi gibi gömdük…” ayetinden etkilenerek yapılarının yer altındaki kısmını ona göre inşa etmiş. Yapıları hislerine göre değil, matematiksel olarak oluşturmuş. Burası da o alanlardan biri. Çünkü tepenin eğimli alanını da ayarlayacak şekilde bu külliyeyi inşa etmiş. Bugünün teknolojisi bile Sinan’ın yapmış olduğu bazı uygulamaları çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarının bir başka benzeri daha yok. Ama bunların hepsi estetik sağladığı gibi yapının sağlamlığını da pekiştirmiştir. İs odasında toplanan kurumun, Kâbe’ye kadar gitmesi, döndüğünde mürekkep olup el yazması Kuran-ı Kerim yazılmasına vesile olması, onu yücelten uygulamalarıdır.
4 minare Fatih’ten sonra 4. Sultan, 10 şerefe 10. Osmanlı Sultanı olmasını simgeliyor
Kanuni’nin ilk camiye oğlu Şehzade Mehmet’in adının verilmesinin ardından Mimarbaşı Sinan, İstanbul’un her cephesinden görünen ikinci camiye başlar.Süleymaniye Camisi dünyanın en muhteşem kubbelerden birine sahip. Kubbe çapı 25 metrelik 4 kubbe kondurmuş. İkisi avluya, ikisi de camiye birleştirilmiş. İkisinde 3, ikisinde 2 olmak üzere, toplam 10 şerefeli. Bunlarında bir anlamı var. 4 minare, Fatihten ve fetihten sonra 4. Padişah Kanuni’dir. 10 şerefe Osmanlı hanedanının 10. Sultanıdır. Bu sembollerle, Sultan Süleyman’ı günümüze ve geleceği taşımıştır.
Burada cami içerisinde aldığımız bilgiler sonrası, avlusundan taç kapıdan muhteşem görünümüne baktık. Sebilinin önünde su sesi dinlemek istedik; ancak su akmadığından, rehberimizin telefonundan, daha önce çektiği görüntüden dinleyebildik.
Ardından külliyedeki diğer yapıları gezdik. Medreseler, kütüphane, hastane, sıbyan mektebi, hamam, imaret, hazire ve dükkânlardan oluşan bu komplekste nasıl bir gençliğin yetiştiği nasıl bir manevi ortamda yetiştikleri üzerine düşüncelere daldık. Buradan hazirede medfun bulunan Kanuni Sultan Süleyman’ın ve eşi Hürrem Sultan’ın türbeleri önünde hayatlarına dair bilgiler aldık. Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesinin kubbesine yıldızlarla donanmış gökyüzü imajı verilmiş.
Mimar Sinan’ın kafatası kemikleri kayıp…
Buradan İstanbul’un eşsiz manzarasını seyrederek Mimar Sinan’ın türbesine yöneldik.
Türbesine yürürken ustalık eseri üzerine düşündüm. Ustalığı kubbelerin dayandığı sütunlar, kubbesinin çapı ve yüksekliğiyle ilgili olduğu aklıma geldi. Selimiye Cami yapımının gerçekleşmesi ise şöyledir. Kanuni’nin vefatından sonra tahta oğlu Sultan 2. Selim geçer. Kendisine bir cami yapımına karar verir, Edirne’de yapılmasını ister. Mimar Sinan yapımına başlar. 4 minareli her birinde 3 şerefe olan muhteşem eser 1574’de tamamlanır. Artık 80 yaşında ustalık eserini tamamlamıştır.
Büyük Mimar Sinan, hayata İstanbul’da gözlerini yummuş, Süleymaniye Camisi’nin eteklerinde kabrine defnedilmiş. Resmi yazı evrakında imza nereye atılırsa, külliyenin krokisine bakıldığında görülüyor ki tam orada yatmaktadır. Eserini yapmış, imzasını atmış, ahiret gününü beklemeye çekilmiş.
“Umut ederim ki; Zaman’ın sonu ve Kıyamete kadar yaptıklarıma göz gezdirecek temiz yürekli insanlar, çabamdaki ciddiyet ve gayreti öğrendiklerinde insaflı bir gözle bakıp beni hayır dua ile yad ederler.” diyen Koca Sinan’ı tefekküre dalıyoruz. Kendisine rahat verilmemiş, Cumhuriyet Dönemi’nde bu türbeden kafatası incelenmek üzere alınmış, daha da geri gelmemiş. Bunu duyduğumuzda çok üzüldük. Böylesine güzel bir geziye, böylesine bir hüzünle sonlandırdık. Türbesindeki Sai Mustafa Çelebi’nin yazdığı kitabenin son kısmındaki “Geçti bu demde cihandan pir-i mîmârân Sinan” yazısını okuyunca tevazusunu tefekküre dalarak, ruhuna Fatiha gönderip huzurundan ayrıldık. Bir dahaki gezide görüşmek duasıyla, Allah’a emanet olunuz…
Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...