Şehrin disiplinler arası öneminden bahseden hocamız ortak paydamız olması açısından şehir mefhumunun oldukça fonksiyonel ve önemli olduğundan bahsetti. Zira bugünkü bakış açımızla baktığımız zaman tam olarak her şeyi kavrama imkânımızın olmadığı geçmiş hakkında disiplinler arası kurulacak bağlantı yahut dayanışma ile bir şehri özelde ise Osmanlı şehrinin arka planında yatan öze en azından yaklaşmamış belki mümkün olabilecektir.
Şehir, mekânın belli bir organizasyon biçimidir. Yani aslında şehir var olan bir mekânın üzerinde kurulan, bilincin insan ilişkilerini meydana getiren, onları kuşatan kurallar bütünün bir yansımasıdır.
Mekân, çift taraflı ilişki barındırır. Bu çift taraflı ilişkiyi anlamadıktan sonra şehri anlamak pek olanaklı değildir. 20. kattan İstanbul’a bakmak ile zemin kattan bakmak bir değildir. Burada devreye mekân tasavvuru girmektedir. Şehrin kurulduğu yer ve bu minvalde şehri nasıl kurduğumuz bizzat insanın hem etken hem de edilgen olduğu bir durumdur. Yani hocamızın da dediği gibi “önce mekân sonra şehir”. Bizim medeniyetleri birbirinden ayırt edebiliyor olmamızın yegâne sebeplerinden birisi de bu organizasyonların zuhur ediş sebepleridir.
İslam şehirleri ilk başta hukuku olan şehirler üzerinde yayılmış ve buralara göre Müslümanların nasıl yaşayacakları ve muamelelerinin nasıl olacakları da İslam hukuku ile belirlenmeye çalışılmıştır. Müslümanlarca alınan toprakların barışla yahut savaşla alınması durumu bile o şehre yaklaşımda bazı farklılıklar görülmesine sebep olmuştur. Daha sonra fetihlerle ekonomisi de kuvvet bulan İslam devleti, Bağdat gibi sıfırdan kendi şehirlerini de kurmaya başlamıştır. Bu durum ileride Osmanlı döneminde de fethedilecek toprak sakinler tarafından bilinen bir durum olarak ortaya çıkınca, Osmanlı’nın savaşmadan barış yoluyla topraklarına kattıkları pek çok şehir olmuştur. Çünkü barış yoluyla alınan şehir sakinlerinin yaşantılarına karışılmadığı ve hangi düzen üzere iseler öyle yaşamaya devam ettikleri biliniyordu. Edirne bu duruma bir örnek olarak verilebilir. Barış yoluyla alınan şehirde hâlâ Rumlara ait mahalleler görülebilmektedir.
Osmanlı bir şehri aldığı zaman şu dört madde etrafında bir tavır sergilerdi:
- Tahrir (sayım) yapardı. (Nüfus, dini yapılar, yerleşim yerleri vb.)
- Kanunnameler hazırlardı. (Her şehrin kendi kanunnamesi olur, cezalar ona göre verilirdi.)
- Kadı atanırdı.
- Subaşı/güvenlik görevlisi atardı.
Bundan sonraki süreçte ise her şehir kendi kendini yönetirdi. Şehirlerde kendi içerisinde şu ilkeleri göre oluşturulurdu. İlkele ise şunlardır:
- Şehirleşme/ açık uçlu/ odaklı şehirler (Şehirler kale olarak yapılmazdı)
- Tevarüs: Osmanlı şehirlerinde süreklilik.
- Şehir ve kimlik: Çok kültürlülük ve bir arada var olma.
- Kendi kendini yöneten ve idame ettiren şehirler
- Şehir ağları ve entegrasyon sağlanması
Açık uçlu şehirler isteyenin gelip şehre yerleşebileceği mesajını verirken, odaklı şehirler ise külliyenin ,bedestenin, caminin etrafında kurulması nedeniyle merkezindeki unsur etrafında büyüyerek gelişen şehirleri ifade eder.
Osmanlı şehirlerindeki süreklilik ise var olanın dönüştürülmesi ile vuku’ bulur. Sıfırdan şehir kurmaktan ziyade var olanın üzerine yapılan yeni şehir adaptasyon yoluyla vücut bulur. Yani zaman içerisinde adapte ederek süreklilik sağlanır. Bu da çok kültürlülüğün sağlanmasında önemli bir rol oynar.
Osmanlı döneminde gayr-ı müslim diye bir kategori yoktur. Ermeniler, Yahudiler, Rumlar vs. vardır ve hepsiyle kurulan ilişkiler de farklıdır. Avrupa’da etnik mahalleler olmasına karşın Osmanlı’da temelde bu düşünce alınarak kurulan mahalleler istisnaları dışında görülmemiştir. Yani etnik grupların mahalle kurma ihtiyaçları bir kurala bağlanmadan serbest bırakılmış ve Osmanlı şehri doğal bir seyir içerisinde gelişmiştir.
Bir şehir genellikle külliye merkezli olarak kurulmuş ve daha sonra külliyelerin etrafında şekillenen mahalleler zuhur etmiştir. Külliyeler, eğitim kurumları, hastanesi, yeme-içme meseleleri, alt yapısı, ibadeti gerçekleştirecek mecraları sunması açısından şehircilik için geren bütün sosyal donatı alanlarını içinde barındırmaktadır. Külliyenin işlevini daha küçük yerlerde ise mescidler görmektedir. Ortak kullanım alanı olan çarşı-pazarlar, loncalar, vakıflar, medreseler, tekkeler ise kamil bir şehri meydana getiren unsurlar olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Osmanlı bir şehri kurduğu zaman odak noktaları teşkil edecek yapı komplekslerini şehrin en uç noktalarına yaparak sınırlarını göstermek istemişlerdir. Böylelikle şehir merkezlerindeki yoğunluk eşit bir şekilde şehirde sağlanmaya çalışılmıştır. Çünkü genel olarak feth edilen şehirler surlar ile çevrilidir. Ve şehrin suriçi kısmını mesken tutacak olan halk buraya sığmayacağı için ciddi bir yoğunluk oluşacaktır. Ayrıca bu şehir bir de sulh yoluyla alınmış ise oradaki halka dokunulmayacağı için bu sıkıntı daha da çabuk gerçekleşecekti. Murad Hüdavendigar’ın külliyesini odak noktadan 6-7 km, Yıldırım Bayezid’in ise doğuda yaklaşık 4-5 km uzaklıkla külliyelerini inşa etmeleri bu duruma örnek teşkil etmektedir. Sonraki yüzyıllar içerisinde de bu sınırlar arasında şehir gelişmeye başlamıştır.
İstanbul’a gelindiği zaman ise suriçinin yaklaşık olarak 1.500 hektarlık bir alana yayılmış olduğunu görüyoruz ki dünya üzerinde böyle bir kale mevcut değildir. İstanbul’da kurulan ilk külliye ise Eyüp Sultan Külliyesi’dir ki bu yapı da şehrin sınırları dışarısında inşa edilerek bir uç odak noktası ile işaret edilmeye çalışılmıştır. Rum Mehmed Paşa ise külliyesini Üsküdar’a yaptırmıştır. Bunun sebebi de Fatih Sultan Mehmed’in paşalarına şehri şenlendirmeleri için emri vermesidir. Yoksa o dönemde Üsküdar şehir merkezi kurmak için İstanbul’a oldukça uzak bir bölgedir. Yeni gelene yer açılması için şehrin sınırları gösterilmeye çalışılmıştır.
Eskiden mescidler mahallenin merkezini belirleyen odak noktalar, Cuma camiler ise bir kaç mahalleyi birden birbirine bağlayan merkezlerdi. Böylelikle alışılmış bir düzen ile şehirler meydana geliyordu.
Kurulan bu şehirlerdeki mahallelerde yaşayan kişiler birbirlerine karşı sorumlulardı. Avarız denilen vergiler vardı ve toplanan paralarla mahallede ortaya çıkan problemler yahut ihtiyaçlar giderilirdi. Böylelikle küçük birimler halinde gerçekleşen yönetim şehrin düzenini devem ettirir aynı zamanda merkez yönetimin yükünü hafifletirdi. Aynı zamanda komşu komşuya kefildi ve imam ise bütün mahalle sakinlerinin kefiliydi.
Bir şehirde ikinci odak nokta ise bedestenlerdi ki burası ticaret dolayısıyla halkın devamlı bir arada bulunduğu bir ve iletişim halinde olduğu mekânlardır. Burada ticaret malları nesnesine göre satış yapardı ve oldukça korunaklı bir halde inşa edilirlerdi. Ayrıca buraların düzeni, şehri oluşturan diğer bir kurucu unsur olan loncalar tarafından sağlanırdı.
Vakıflar ise kurulan şehirlerin işlerliğini sağlayan unsurlardır. Çok küçük de olsa vakıflar şehrin herkes tarafından kurulmasını ve devamlılığına katkıda bulunmalarını sağlardı.
Medreseler ise külliye yapısında cami ile irtibatlı olarak var olan eğitim ihtiyaçlarının büyük oranda sağlandığı kurumlar olarak var olmuşlardır. Eğitim kurumu olarak adlandıracağımız diğer bir kurum ise tekkelerdir ki genel olarak sanat faaliyetlerinin gerçekleştiği merkezler de buralar olmuştur.
Osmanlı şehir yapısını en küçük biriminden, kuruluşundaki felsefesine kadar sınırlı bir vakitte incelemeye çalıştığımız külliye-mahalle-şehir denklemini Yunus Hocamız oldukça başarılı bir özet ile bizlere takdim etmeye çalıştı. Külliye gezimiz ve kitap tahlilimiz ile bir
bütünlük sağlamaya çalışacağımız bu ayki Osmanlı şehri konumuza böylelikle bir giriş yapmış bulunduk.
Başta teveccüh ederek bizlerin bu ayki programına iştirak eden Doç.Dr. Yunus Uğur hocamıza ve akabinde bizlere bu fırsatı Gençlik ve Spor Bakanlığı ile İstanbul Tarih Derneği üyelerine teşekkürlerimizi arz ederiz.
Meliha AÇIKGÖZ