Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısında rüzgar gibi dolanan entarili kahvecilerin elindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid'ül Aksa'nın önüne kavuşturur.
Mir'ac mucizesinin soluklandığı ilk Kıble'mize yani...
Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hala bizim lakabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
O'nu merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde garip bir giysi. Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey işte. Başında ki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzbinlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı. Yanımda bizim eski vatandaşımız İstanbullu Yusuf'a sordum: "Kim bu adam?" dedim. Lakaydi ile omuz silkti. "Bilmem, diye cevap verdi. Bîr meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez." Nasıl, neden, niçin halâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe "Selamunaleykum baba" dedim. Torbalanmış göz kapaklarının ardından sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişcesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: "Aleykümselam oğul..." Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm... Kimsin sen, Baba? Dedim. Anlattı ki, bende size anlatacağım Ama evvela biliniz. O canım devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, devlet zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir ardçı bölük bırakırız. Adet odur ki kenti zabdeten galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz. Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım. "Ben!" dedi, "Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan ardçı bölüğünden..." Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı. "Ben, o gün buraya bırakılmış 20. kolordu, 36 Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım." Yarabbi!.. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi. Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı: "Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?" Elbette, dedim, buyur hele... Konuştu: "Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için öp. Ona de ki..." Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:
— O'na de ki, gönül komasın. "11. MAKİNALI TAKIM KOMUTANI İĞDIRLI ONBAŞI HASAN, O GÜNDEN BU YANA, BIRAKTIĞIN YERDE NÖBETİNİN BAŞINDADIR. TEKMİLİM TAMAMDIR KUMANDANIM!.." dedi dersin. Öle yazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun, serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
İlhan BARDAKÇI
Mevki: Kudüs Mekan: Mescid'ül Aksa Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma
Biz neden bu durumdayız işte cevabı bu ecdada layık olamadığımız için utanmak nedir onu nile unutmuşuz 😓
ÇOOK DUYGULANDIM BURAYA ÑELER YAZMAK İSTERDİM ECDADA BAKIN RUHLARI ŞAAD OLSUN HAKLARINI HELAL EYLESİNLER ÇOK ETKİLENDİM İLHAN BADAKÇI HOCAMIZINDA RUHU ŞAAD OLSUM .
Yoruma ne haçet ,OSMAN'LININ son neferi. .
Tek kelime ile SADÂKAT..