BÜLBÜL'ÜN SIRRI  

Araştırma-İnceleme 10 Haziran 2020 16:48
Videoyu Aç BÜLBÜL'ÜN SIRRI  
A
a

“Erguvana şiir söyleme, anlatamazsın. Kendisi şiir. Gör ve duy, kâfi.”                                                                                           A.Süheyl Ünver

Yine kasvetli bir sabaha açılıyordu Uzaklar ülkesinde yaşayanların gözleri birer birer. Tüm koşturmacalarıyla yeni bir gün başlıyordu. Tüm bu yaşam hengamelerinden muaf olan yalnızca iki kişi vardı bu ülkede; Azam ve annesi. Onların tüm günleri bir durağanlık ve sıradanlık içerisinde geçiyordu. Bir döngü içerisindeymişçesine hangi saatte ne yapıyor olacakları dahi belliydi.

Lakin bu sabah Azam için biraz farklılıkla başladı gün, Azam'ı uyandıran ses Maral'ın dudaklarından dökülen kadife ses değildi. Gök gürültüsünden korkup camın önüne ilişerek oynaşan iki küçük bülbülün sesiyle gözlerini araladı Azam. Uykudan tam manada uyanmak için odanın içinde bir farklılığa muhtaçmış gibi gezdirirken gözlerini gördükleri her zamanki gibiydi. Erguvani renkte yastıklar, duvarlar, çarşaflar, mobilyalar, perdeler...  Sayılamayacak kadar fazla şey tekdüze bir renge sahipti bu oda içerisinde. Azam kendini bildi bileli nerdeyse hiç farklı bir renge ev sahipliği yapmamıştı bu dört duvar. Bu klasikleşen görüntü içinde bir nebze olsun farklılık aramak Azam' ın uyku halinin gitmesi için yeterli olmuştu.

Ağır ve ahenkli hareketlerle yatağından kalkarak kendini uyandıran sese doğru ilerledi. Erguvani perdeleri araladı. Nasıl oluyordu kimse bilmiyordu lakin gök dahi neredeyse her zaman aynı renkleri ve sesleri taşıyordu bu kimsesiz iklimde. Gök sürekli tüm insanların sinirini taşıyormuşçasına gürlüyor, daima şimşekler çakıyor ve bulutlar gözyaşlarını akıtmada zorlanıyordu. Azam için bunlar o kadar alışılmıştı ki dikkatini dahi çekmemişti. Onun gözleri perdeyi araladığı andan itibaren iki küçük bülbülün üzerindeydi. Hayatındaki düğümlerin bu anda çözülmeye başlamış olduğundan habersizce büyük bir hayretle kuşları inceliyordu Azam. Genelde pek böyle güzelliklerle buluşamazdı çünkü gözleri.

Derin hayret kuyularına dalmıştı ki Maral'ın seslenmesiyle sıçradı ve ufak bir çığlık attı. Haydi hazırlan, dedi neşeyle Maral. Azam' ın sorgulayıcı bakışlarına dayanamamış olacak ki '' beklediklerimiz geldi'' diye ekledi ardından. İşte o an az önce önünde cıvıldaşan bülbüller uçuşup Azam' ın göğüs kafesine konmuştu sanki. Coşkusundan vücudundan çiçek tomurcukları çıkacak gibiydi. Ama yine de telaşelenmeden anın tadını çıkararak hazırlandı. Erguvani ipekli elbiselere büründü, siyah saçlarının arasına erguvani ametist taşlarını serpiştirdi, en güzel kokuları süründü ve salınarak salona indi.

Salonun ortası kumaşlar, özenle hazırlanmış bohçalar ve sandıklar ile doluydu. Hangisi diye sormaya gerek dahi duymadan tüm hislerini üstüne çeken sandığın başına oturdu. İşte yeniden başladığı yerdeydi. Tüm başarısız denemelere rağmen tazecik heyecanıyla ve hiçbir zaman kara bulutların ardına saklanmamış umuduyla bulunuyordu orada. Buna rağmen kolları bir an sandığın kapağını kaldıracak gücü bulamadı kendinde. Derin bir nefes aldı ve ardından kaldırdı sandığın şahmeran işlemeleriyle bezeli kapağını. Göz kapaklarını yavaşça araladı ve eksilmeyen umuduyla içine baktı.  Kurumuş ve solmuş erguvanlarla karşılaşınca gözleri umudu birden umutsuzluk çemberlerine döndü ve ruhunun her köşesi bu dikenli çemberlerle çevrildi.

Yine mümkün olmamıştı isteği. Yaşamının tılsımı olduğuna inandığı erguvanları canlı bir şekilde görmesi gariptir ki bir türlü mümkün olmuyordu. Sanki vücudunun her bir zerresine çaresizlik okları saplanıyordu. Kendinden habersiz bir ırmak misali akan göz yaşlarıyla koştu ve kendini halının üstüne bıraktı. Ağlamaktan bitap düşerek kısa bir süre sonra uyuyakaldı.

Saatler geçip yeniden uyandığı vakit yeniden umutlar yeşermişti bile içinde. Çünkü unutmak vardı. Her acıyı, kırgınlığı ilk haliyle hatırlasak yaşamak yalnızca ıstırap olurdu hepimiz. Azam 'da her birimiz gibi kırgınlığını derunundaki sandığa atıp sıkı sıkı kapatmıştı kapağını. Hatta öyle huzurlu gözüküyordu ki günün kasveti bile gözlerindeki parlamayı gizleyemiyordu. Şen kahkahalarla kalktı yerden. Başka bir köşede uyumakta olan Maral'ı heyecanla uyandırdı. Haydi koş, zaman kaybetmeden yeni tohumları ekelim, dedi Azam. Hemen hazırlanarak bahçeye indiler.

 Ufak bir istişareden sonra öncekilerden farklı bir yere ekmeye karar verdiler. Lakin bunun tespiti biraz zor olacaktı, burada pek güneşli günler olmazdı. Olduğunda ise her defasında farklı bir toprak parçası nasibini alırdı Uzaklar ülkesinden kendini sakınan güneşten. İki dostun gözleri etrafta dolanıp uygun bir yer ararken sabah Azam 'ın camının önünde gördüğü bülbüller ile buluştu yeniden gözleri. Küçük bülbüller gelip kondular yağamayan yağmurun bir nebze olsun ıslattığı toprağa. O küçücük gagalarla toprağı kazabilmek için çabaladıktan sonra uçup gözden kayboldular bir anda. Azam ve Maral tüm bu olanları hayretle izlediler. Bunun bir işaret olduğuna inanarak ışıldayan gözler ve heyecandan titreyen ellerle erguvan tohumlarını oraya ektiler.

Ardından bahçede durarak biraz soluklanmak istedi Azam. Erguvani gökyüzünün altında sessizce yürümeye başladılar. Dışarıdan ne kadar sessiz görünseler de ikisinin de içinde tufanlar kopuyor sanki biri neşe biri keder olan ikişer çocuk durmadan kavga ediyordu. Azam' ın kalbinde keder baskın gelmiş olacak ki derin hüzün kuyularına daldı bir anda .Düşünmeye başladı, lakin bir türlü anlamlandıramıyordu kalbinin ve ruhunun erguvana bu denli müptela oluşunu. Aklı ona kendine bu kadar zarar verdiği için kızarken kalbi erguvanın tılsımına inandırıyordu Azam' ı. Sanki gerçek bir erguvan görse hayatı tüm kasvetlerinden kurtulup masalsı güzelliklere bürünecekti. Aklı da kalbiyle kavgada bu kadar dirense de görmeye başladığı andan itibaren en çok gördüğü rengin bu harikulade ahengi nereden aldığını en az o hassas kalp kadar merak ediyordu. Ne kadar gizlese de gerçekten göreceği günü sevgilisiyle vuslat gününü bekler gibi bekliyordu.

Gün ışığı başka diyarlara doğru yol alırken içeri girdiler. Ceviz yeşili konsolun üstünde duran erguvani sandukalı gramofondan neva makamı bir parça yükseliyordu. Yine her zamanki koltuğunda oturmuş bu parçayı dinleyen Mualla Hatun, kederli gözleriyle karşıladı Azam ve Maral'ı. Hemen hemen her an aynı görünürdü Mualla Hatun. Gözlerindeki kederli bakış ve yüzündeki durgun ifade sanki bir kumaş gibi dikilmişti yüzüne. İşte bu her anını yekparesinden farkı olmadan yaşayan kadın Azam'ın annesiydi.
 O kadar çok benzerdi ki ikisi birbirine sanki aralarında bir ayna vardı ve zaman yolculuğu yaptırarak aksettirirdi bu iki güzel kadının görüntüsünü. Öyle güzellerdi ki sanki ab-ı hayat suyuyla yıkanmıştı vücutları, zümrüd-ü anka kuşunun tüylerindendi sanki ötekinin yıldızlı berikinin yıldızsız gecelere benzeyen dalgalı ve upuzun saçları. İkisi adeta bir şairin biri gençlik biri olgunluk zamanında kaleme alınmış berceste beyitleriydi. Lakin herkesin en büyük dileği bahtlarının benzememesiydi. Çünkü bu güzeller güzeli Mualla Hatun seneler evvel akli melaikelerini yitirmiş bir meczuptu. Sürekli yinelediği birkaç cümle dışında konuşmuyor, ne söylenirse veyahut ne yapılırsa yapılsın yüzünde en ufak farklı bir ifade oluşmuyordu. Anne-kız olarak geçirebildikleri yegane vakit ise Azam'ın annesinin dizine yatıp Mualla Hatun'un onun ipek saçlarını okşarken ninni söylemesinde gizliydi. Bu ninni Mualla Hatun'un dudağından dökülen tüm kelimeleri içinde barındırıyordu. Bu yüzden içeri girer girmez erguvani koltuğa uzandı ve başını annesinin dizine koydu. Sözcükler bu anı bekliyormuş gibi dökülmeye başladı o ilk anda.

'' Bahçede bülbüller öter
 Yolumuz gurbete düşer
 Ay kızım, çiçeğim
 Yazgısından ayrı düşer

Nenni kızım nenni
Nenni güzel yavrum nenni
Gel uzan dizime
Anlayayım derdini

Bulamasamda çare
Sarayım seni sineye
Nenni kızım nenni
Nenni güzel yavrum nenni''

Kelimelerin her biri billur denizlerinde yüzüp, masal diyarlarında nefeslenip öyle geliyordu sanki Azam'ın kulağına. Lakin o eski zamanlardaki huzuru vermemişti ona bu defa. Ruhunu kemiren, kaburgalarını sızlatan bir şeyler vardı bu sözcüklerde. Bu taptaze billur ses o kadar esir almıştı ki onu seneler boyu kelimelerin farkına bile varamadan efsunlanmış gibi dinlemişti.

İlk defa gerçek manada anlamak için çabalıyordu. Evvela zihninde itişip duran kelimeler Azam çabaladıkça kuvvetli bir kavgaya tutuştular. Ardından bir uğultu dolandı odanın içerisinde ve gelip genç kadının kulaklarına çarptı. Kısa bir süre içinde bu uğultu tüm vücudunu esir aldı. Azam görmeyi, duymayı, koklamayı bıraktı. Gökyüzü yıldızsız, yeryüzü gürültüsüz, çiçekler kokusuz kaldı o anda. Tüm vücudu uyuştu ve derin lakin kısa sürecek bir uykuya geçti. Hafızasında elbette ki kırıntıları kalacak olan lakin uyandığı zaman tahayyül bile edemeyeceği anların rüyasını gördü bu uykuda. Sanki namütehani bir yolcuğuna çıkmıştı ve sırasıyla bütün duygular arşınlıyordu kalbiyle ruhunun derinliklerini. Gurbet,yollar, hasret, keder, hüzün, vuslat, mutluluk, neşe...

Lakin gönül perdesine düşen bu rüyaların en güzel anına gelmişken gerçek dünyadan bir el ile sarsılmaya başladı.Sarsılmanın peşi sıra gelen canhıraş bir çığlıkla adeta bir temaşanın içine açtı gözlerini. Bir müddet neler olduğunu anlamaya çalıştı. Gözlerini etrafta dolandırırken Maral'ın ağlamaktan kıpkırmızı olan gözleriyle çarpıştı. Maral hıçkırıklarını güçlükle bastırmaya çalışarak Azam'a doğru koştu. Evvela Azam'ın oturmasına yardımcı oldu ardından sımsıkı sarıldı. Tüm bunları yaparken ağlamaktan kısılan sesiyle söylenmeyi de bırakmıyordu.'' Çok korkuttun bizi, neler oluyor sana böyle? Dakikalardır defalardır sarsmamıza rağmen bir türlü uyandmadın'' Azam ağzını açıp uzun uzun rüyalarını anlatmak istiyordu lakin küçük bir cevap verecek takati bile bulamıyordu. Etraf eski sessizliğine bürünüp biraz soluklandıktan sonra Maral'dan ona odasına kadar eşlik etmesini istedi. Ve odasına gider gitmez erguvani yorganların arasına bıraktı kendini.

Gün boyu defalarca uyuyup uyanmaktan gerçek ile rüyayı ayırt edemeyecek bir hale gelmişti. Kalbinde ve ruhunda ilk defa bu denli değişimler hissediyordu. Bir müddet daha bu meçhul günü anlamaya çalıştı. Ama göz kapakları artık dayanamıyordu bu yüzden kaygı ile kendini gerçek dünyaya kapattı. Yeni bir gün başlayana dek gözleri yalnızca hayal alemine açılacaktı.

Gözler açıldı, kapandı, açıldı, kapandı... Günler geçti, haftalar geçti. Erguvan tohumları yine fidana dönmedi. Mualla Hatun yine farklı bir kelam etmedi. Erguvani renk yine bu evdeki güçlü hakimiyetini kaybetmedi. Dışarıdan bakıldığında her şey aynı nizami düzeninde yürüyor görünüyordu. Lakin değişen çok fazla şey vardı. Azam ve Maral'ın düşünceleri...

Azam düşündükçe yuvadan uçmaya hazırlanan bir kuşun haletiruhiyesine bürünüyordu minik bir serçeye benzeyen hassas kalbi. Maral da bu küçük kuşun yarenliğini yapıyordu elbette. Maral ve Azam birbirlerinden gece ile gündüz kadar farklı olsa da birbirlerinden başka kimseleri olmamasından mı bilinmez ama gerçek birer dostlardı. Lakin Maral'ın beş yaş daha büyük olması ve hayat konusunda daha fazla bilgisinin olması onu biraz daha abla konumuna getirebiliyordu bazı durumlarda.
Bu iki genç kız son zamanlarda bahçe gezintilerini iyice sıklaştırmıştı. Eskiden kısa vakitler geçirdikleri bu bahçe şimdi nerdeyse tüm vakitlerini içine saklıyordu ve yeni serencamları için adeta bir sıfır noktası konumundaydı. Bu gezintilerde az konuşup çok düşünüyordu ikisi de. Azam'ın gece düşlerini gündüz gözüyle de görebilmesi içindi tüm bu karanlık sır ormanlarını aşma arzusu. Lakin her sırrın bir ortaya çıkma zamanı vardı ve bu sırrın henüz gelmemişti. O zamana ulaşmak için harekete geçmek lazımdı bir an evvel.

Bunun için çabalıyor fakat bir türlü bir ilerleme yaşayamıyorlardı. Etraflarındaki kimseden Azam ve annesi hakkında bir bilgi alamıyorlardı. Günlük dedikodulara gelince kırık karpuz gibi ortadan ikiye ayrılan çeneler kapanmıyor, Azam bir soru sorduğunda ise o karpuzlar sanki kopmayan bir iple geri dikiliyordu. Bu vakte kadar bu insanlardan başka neredeyse kimseyle iletişim kurmamış Azam'ın artık dış dünya ile irtibata geçmesi gerekiyordu. Lakin öyle bir yerde yaşıyorlardı ki neredeyse ne uçan kuşu görüyor ne de bir kevanın ayak seslerini işitiyorlardı. Adı üstünde Uzaklar ülkesiydi burası. Çaresizliklerin ardında yitip gidiyordu zaman. Bazen hayret ediyorlardı şimdiye kadar aynı çizgide bir ileri bir geri geçip giden günleri için. Sürekli çabalamalarına rağmen henüz Mualla Hatun'un ninnisinden öte bir bilgiye ulaşamamışlardı.

Ardından bahçeye de sığmaz oldu Azam ve Maral. Gün gün yeni topraklar kattılar sınırlarına. Nasip odur ki bir gün bir hanın yakınına düştü yolları. İlk vakitler yalnızca şaşkınlıkla etrafı izleyerek öldürdüler günlerini. Azam bu kalabalıklar arasında adeta bir bebek gibiydi. Ara ara insanlarla konuşmak için çabalıyor, bebeğin kalabalıkta annesi gibi işaretler arasında yazgısından bir parça arıyordu. Binbir gece masallarının içine düşmüşlerdi sanki. Her yeni insan farklı bir masalın içinden çıkıp gelmiş gibiydi. Sarhoş, avare, biçare, meczup, tüccar...


Bu muhabbet etmeye çalıştıkları insanların hepsinin dilini anlamıyorlardı elbette lakin davranışlarını izlemek dahi bazen eğlendiriyor, bazen hüzünlendiriyordu. Bazıları da konuşsa bile Azam ve Maral'a karşı oldukça kaba davranışlar sergiliyorlardı. Bu Azam ve Maral'a garip gelse de kısa sürede akıllarından silinip gidiyor. Yeni bir masalın içine süreklenmek için yeni birini seçiyorlardı kendilerine. Ve bir bebek saflığında olan Azam'ın ilk sorusu her daim erguvanlar ile ilgili oluyordu. Nadiren de olsa birkaç kısa cevap alabilme sevincine erişebilmişti Azam. Öğrendiği bilgileri neşeyle hafıza raflarına kaldırıyordu. Hafıza raflarında dahi erguvani reçeller diziliydi Azam'ın.

Bilinmez bir zamanın akşamüzerinde eve dönmek için hazırlanırken arkadan gelen bir sesle durdular. Başlarını çevirdikleri vakit onlara doğru koşan uzun boylu,zayıf ve aydınlık tabiatı uzaktan dahi belli olan birinden geldiğini farkettiler sesin. Adam onların yanına ulaştığında çoktan nefes nefese kalmıştı bile. Buna rağmen ilk önce kendini tanıtarak başladı konuşmaya '' Ben Osmanlı'nın Balkan topraklarında doğmuş dünyayı gezerken büyümeye çalışmış garip bir seyyahım, buradaki dostlarımdan iki nadide çiçeğin erguvan hakkında sorular sorduğunu işittim. Uzun çabalar sonucunda size nihayet ulaşabildim'' dedi. Ardından efsunkar bir dille anlatmaya başladı. Gezdiği diyarları gördüğü güzelleri saydı birer birer. Azam bunları can kulağıyla dinleyip sıranın erguvanlara gelmesini dört gözle beklerken Seyyah acele bir işi olduğunun aklına geldiğini söyledi. Yarın yine burada buluşabileceklerini de ardına ekleyip Azam'ın hafifçe başını sallayıp onaylamasından sonra hayıflanarak hana doğru ilerledi. Azam biraz hayal kırıklığına uğrasa da yarını heyecanla beklemeye başlamıştı bile.

Azam ana kapılmış sürüklenirken Maral'ın hava kararıyor uyarısıyla bir nebze kendine geldi ve eve doğru yola koyuldular. Yürüyüş esnasında düşündükçe Azam'ın göğüs kafesinde yaşayan kuş gittikçe oraya sığmaz olmuştu. Buluşacakları vakit çabuk gelsin diye akrep ve yelkovanı kanatlarıyla çevirmek için planlar yapıyordu. Zamanın bundan haberi varmışçasına inatla daha yavaş akıyordu sanki. Eve vardıkları zaman içindeki heyecanı uyutup her daim yaptıklarını yapmaya çalıştı Azam. Erguvani sandukalı gramafondan neva makamı plak çalmaya başlarken Mualla Hatun'un dizinde yerini aldı. Ninni başladı, Azam kendini uykunun kollarına bıraktı.

Rüyasında hayal kurabildiği kadarıyla erguvan ağaçlarını gördü ilk defa , henüz çiçek açmamışlardı. Dallarını ne kadar uzatsa da birbirine uzanamayan bu erguvanlar arasından aydınlık göğün masmavi rengini almış deniz uzanıyordu Azam'ın tahayyülündeki sonsuza.Ardından Azam'ın omzuma bir bülbül kondu. Orada büyüdü büyüdü ve Azam'ı da kanatlarına alıp göğe yükseldi. Yerkürenin üzerinde uçup erguvan tohumları serpiştirdiler denizin iki yanındaki toprak parçalarına. Tam tohum büyüyüp ağaca dönmüşken hatta nerdeyse çiçek açacakken kendini az önce yukarıdan izlediği denizin dibine sürüklenirken buldu bir anda. O an rüyasında hissettiği suyun serinliği gerçekten yüzüne çarpmışçasına sıçrayarak gözlerini açtı.

Nefesini düzene sokup biraz kendine geldiği vakit annesinin dizlerinde değil de odasında olduğunu anladı. Anlaşılan o ki saat oldukça ilerlemişti. Yerinden kalkarak günün aydınlamnıp aydınlanmadığını anlamak için yavaş ve ahenkli adımlarla erguvani perdelere ilerledi. Yavaşça araladığı vakit her şeyin başladığı ilk gün camın önünde oynaşan iki bülbülün yine orada olduğunu gördü. Gözlerinde öyle bir sevinç ışığı yandı ki o an henüz seher vakti karanlığında olan gök bu ışıkla aydınlandı. O kadar aniydi ki Azam'ın önceki halini dahi düşünmeye fırsatı olmamıştı. Göğün aydınlığını göre Azam hemen hazırlandı ve Maral'ı da yanına alarak bir kez daha hana doğru yola koyuldu.
 Öyle erken varmışlardı ki kuşlar,köpekler ve hatta çiçekler bile uyanmamıştı. Beklemek için kendilerine bir yer buldular ve oturup yaşadıkları hakkında hasbihale başladılar. Onlar muhabbet ettikçe doğa canlandı, işte o vakit gün gerçekten başladı. Yanlarından insanlar gelip geçiyor ve havanın ne kadar güzel, ne kadar farklı olduğundan bahsediyorlardı. Azam ve Maral ise geçenlerin arasında seyyahı arıyorlardı.

Saatler geçmişti buraya geldiklerinden beri ve üstlerine tatlı havanın da etkisiyle bir uyku hali çökmeye başlamıştı ki sonunda uzun boyuyla seyyah göründe uzaklardan. Azam heyecanla elini yukarı kaldırıp '' Buradayız'' diye seslendi. Seyyah kalabalığın arasından sıyrılarak Azam ve Maral'ın yanına geldi. Kısa bir selamlaşma faslının ardından uzun bir konuşmaya başlayacağını belli edercesine sesini temizledi ve başladı konuşmaya.'' Dün ne siz sordunuz ismimi ne de ben söyledim. Bu durum beni çok hoşnut etti. Çünkü bilirim ki isim yalnızca cisim içindir. Muhabbet bağını kalpten kuranlar bu hitaba gerek duymazlar. Yine de siz nadide hanımlara ismimi sunayım, benim adım Yusuf.'' dedi ve kısa bir soluklandı.

Tam Azam kendini tanıtmak için konuşmaya başlayacakken gözleriyle küçük bir özür dileyerek hemen konuşmasa sanki tüm sözcükler zihninden silinecekmiş gibi hızla konuşmaya başladı.''Doğrusunu söylemek gerekirse erguvanı  uzun zamandır ne gördüm ne de işittim. Bu diyarlarda bu masalsı çiçeği bilenlerin olması beni oldukça şaşırttı. Ve ismini duymam dahi beni öyle heyecanla donattı ki beni, size işim olduğu yalanını söylemek zorunda kaldım. Bu muhabbettin hemen yitip gitmesinden korktum.'' dedi ve yaramazlık yapıp annesinden af dileyen bir çocuk edasıyla başını toprağa eğdi. Azam konuşmamaya daha fazla dayamıyordu. Her ne kadar yeni tanışmış olsalarda tüm kalbiyle güven hissediyordu Seyyah Yusuf'a. Bu yüzden kendilerini tanıtarak konuşmaya başladı.'' Benim adım Azam dostumun ise Maral. Ben gözlerimi açtığım ilk andan beri Maral'ın kanatlarının altındayım. Ayrı geçmiş bir günümüz dahi yok.Bu topraklarda beraber büyüdük.'' dedi ve bir onay beklercesine Maral'a baktı. Maral başını yavaşça sallayarak onayladı. Bu onayla birlikte Azam konuşmaya devam etti. '' Ve ben Maral'ı ne kadar süre görüyorsam ondan daha fazla vakitte erguvan rengini görüyorum her yerde. Ama ne yazık ki hayatta yegane isteğim olan gerçek bir erguvanı görmeyi hala başaramadım. Sayısız kere denedik lakin ne canlı bir şekilde çiçekler ulaşabildi ne de bu kurak topraklara ektiğimiz tohumlar erguvan ağacına dönüşebildi, hepsi toprağın altında çürüdü gitti.'' dedi neredeyse ağlayacak gibi titreyen annesinden emanet o billur sesiyle.
Seyyah Yusuf Azam'ı dinlerken elinde olmadan onun o efsunlu güzelliğine öyle bir dalmıştı ki Azam sustuktan sonra da bir süre ayıramadı gözlerini. Ardından içinden gelen bir sesin uyarısıyla kendine geldi. Konuşması gerektiğinin farkındaydı lakin hiçbir kelamı bu güzelliğin işitmesine layık bulamadığı için dudaklarından dökmeye razı olamıyordu. Kalbinin içinde kendiyle küçük bir atışma yaşadıktan sonra konuşması gerektiğine ikna oldu ve bir yudum suyun ardından başladı. '' Erguvanın memleketi İstanbuldur. Bunca diyarı kazan kepçe misali gezdim lakin oradakinden güzeline ne kendim ratladım, ne de başkasından işittim. Hoş zaten güzellik namına ne varsa şu fani dünyada en güzeli oradadır. Kendi güzeldir İstanbul'un. Öyle ki İstanbul'un tek bir taşına her masalda güzellikleri anlatılan Acem diyarını feda eder şairler. Yek-ahenk bir güzellik hakimdir orada'' dedi ve fısıltıyla devam etti '' sizin de burada doğup büyüdüğünüzü bilmesem yalnızca İstanbul'a yakıştırırdım varlığınızı.'' Azam en taş kalpli insanın bile kalbini yumuşatacak bir tebessümle karşılık verdi. Bu fısıltıyla söylenen güzel cümleye.

Ardından adeta cıvıldayarak ''Bana İstanbul'u anlatabilir misiniz biraz daha?'' dedi. Seyyah Yusuf,  Azam'ın  tebessümüne cevaben yüzüne taptaze bir tebessüm takındı ve başını hafifçe sallayarak '' Hay hay efendim'' dedi. '' Beni şuan bundan daha fazla mutlu edebilecek ve avutabilecek çok az şey var. İstanbul'u , o güzelliğin diyarını bir annenin çocuğunu özlediği gibi özledim'' dedi  ve bir müddet sustu. Gözleri dolmuştu seyyahın. Ama yaşların yanakların süzülmesine izin vermemek konusunda ısrarcıydı. Öksürüyor gibi yapıp birkaç damla suyla kendini oyladı.

 Hemen sonra yeniden başladı. ''  İstanbul iki yakası ve bunların arasındaki boğazıyla seyrendeleri hayretten hayrete düşürecek güzelliktedir. Boğaz kıyılarında muntazam güzellikte yalılar, köşkler, saraylar dizilidir. Kayıklarla geçilir bir yakadan öbür yakaya. Bu yolculuğun her saniyesi bir başka ilham kaynağıdır kalbe. Hele ki bir de vakit nisanın sonuna doğru yürüdüyse dev gibi çamların, çınarların arasında erguvan ağacının birdenbire parıldayan o harikulade çiçekleri boğaziçinin tüm güzelliğini egemenliği altına alır. Bahar rüzgarlarıyla cümle nebatatın ve denizin kokuları gelir insanın burnuna. Sanki her köşe başında bu güzel kokuları saçan buhurdanlar vardır. Martılar raksederler her daim denizin üstünde. Gün farklı doğar, gece farklı yaşanır orada. Aslında hakikat şu ki ben size ne anlatsam eksik kalır, ne tarif etsem ancak gerçeği zedelerim. İstanbul bir engin okyanus, yüzmekle dibini bulamazsın.Bir ömür doğru anlatmaya yetmez, hatta bir ömür orada güzellikleriyle yaşasam hakkıyla yaşadığımdan şüpheye düşerim. Geri kalan ömrümü orada geçirmektir niyetim. Nasip olursa menzilim orasıdır...''Sonrası suskunluk; bazısı gizli bazısı aşikar hayret ve hasret dolu bakışmalar... Maral hayret, seyyah hasret, dolu bakarken Azam'ın gözlerinin ve kalbinin içi hem hayret hem de hasret ile doluydu.

 Aklının tahayyül sınırlarını zorlayarak canlandırmaya çalıştı az evvel işittiği güzellikleri.O an dün gece gördüğü rüya düştü aklına. Sahi ya nasıl da çıkmıştı aklından o rüya. Seyyah sanki rüyasına girmiş ve Azam'la aynı rüyayı görmüş gibi anlatmıştı kuş kanatlarından seyreylediği efsunlu diyarı.Bunları düşününce tepeden tırnağa olan ama kısa süreli bir titreme aldı bedenini. Aklına küçük bir sus payına anlaştı ve rafa kaldırdı. Ardından tüm kalbiyle '' Ben de sizinle geleceğim'' dedi. Maral şaşkınlığından daha tek kelime bile etmeye başlayamamışken düşüncesine gelen söyleri dahi geri yolladı ve '' Sakın itiraz etme Maral, duygularımı en iyi bilen hatta tek bilen sensin. Benim çaresizliğimi gören sensin, çabalarımı gören de. Beni anlaman gerekiyor'' dedi tek nefeslik bir hızda. Buna sözlere rağmen Maral itiraz etmeyi denese de Azam tek kelimesini dahi dinlemedi. Bir kulağından girmeden diğer kulağından da yolculadı Maral'ın sözlerini. ''En azından bende geleyim'' dedi neredeyse yalvarır bir ses tonuyla. Olmaz, dedi Azam. '' Annemi senden başkasına emanet edemem. Özellikle de o ağzı kapanmayan dedikoducu kadınlara hiç olmaz'' ardndan ortamı yumuşatmak istercesine kikirdedi.



Maral bu süre içerisinde şaşkınlığından kurtulmak için çabalayıp düşünmeye başlamıştı bile. Ne yapacaklardı, nasıl yapacaklardı akıl erdiremiyordu. Yegane bildiği omuzlarına çok fazla yük binecek olduğuydu. Bir yandan dışından söyleyemediklerini içinden söylüyordu, '' Dostum nihayet hayaline, yaşam arzusuna kavuşabilecek. Ona köstek değil destek olmalıyım. Ben değil miydim ona gündüzle gecelr boyu onun için canımı dahi verebileceğimi söyleyen. Her ne olursa olsun sözümde durmalıyım ve elimden gelenin fazlasını yapmalıyım.''

Seyyah ise duyduklarının gerçek olup olmadığına hala karar veremiyordu. Erguvan güzeli ile yolculuk yapacak olma fikrini dimağı almıyor, kalbi şiddetle çarpıyordu. Yolda edilecek muhabbetlerin, uğranacak diyarların hayalini kurmaya başlamıştı bile. Tüm bu düşünceler dolanırken etrafta Azam aklı sus payını yitirip kalbiyle savaşa başlayana kadar her şeyi hazırlamak istiyordu. Bu yüzden Seyyah ve Maral'ı da düşünce girdabından çıkardı ve her şeyi enine boyuna konuştular. Tarttılar, ölçtüler, biçtiler...  Kendilerinden başka kimse ne işitti, ne de hissetti. Üçü arasında konuşuldu ve sandıklara kapandı.

Seher vakti aralandı kapılar, bir sırrın ardında yola koyuldular. Az gittiler, uz gittiler, dağları bayırları aşıp menzile doğru ilerlediler. Bir hayalin gölgesinde ağır aksak yürüdüler. Günler karardı, geceler aydınlandı. Gördükleri her yer Azam'ın bildiklerinden bambaşkaydı. Her adımda gök daha çok mavileşiyor, güneş daha fazla ışık saçıyordu. Azam güzeli de güneş gibi her ilerlenen durakta daha bir güzelleşiyor, teninden hareler ve emsalsiz rayihalar yayıyordu etrafa. Tüm gözler ona dönüyor, bakışları o aydınlık çehreye değenler gözlerini kırpıp geri dönemiyordu. Hal böyle olunca Azam'dan evvel güzelliği ulaştı menzile. İstanbul'u öven her beyite bir de erguvan güzeli ekleniyor, dost meclislerinde adı geçmeyince o meclis eksik sayılıyordu.

Elbette ki ne Yusuf ne de Azam farkındaydı bunun. Onlar yalnızca varacakları yerin efsunuyla donatmışlardı gözlerini, kulaklarını, akıllarını ve kalplerini. Her seher vakti İstanbul uğruna yola revan oluyorlardı. Yola düşeli kaç gün olduğunu dahi artık hesap edemez olmuşlardı. Lakin varmalarına az kaldığını gösteren işaretler seyyaha görünmeye başlamıştı. Her ne kadar aşina olsa da bu diyarlara aşikar bir hayret içerisindeydi. Kendisi böyleyken Azam'ın içinde bulunduğu haletiruhiyyeyi tahayyül dahi edemiyordu. Azam'a az kaldığı müjdesini vermeyi olabildiğince geciktirmeye çalışıyordu. Onun erguvanı gördüğü an ne yapacağını, ne söyleyeceğini neredeyse Azam'ın erguvanı ve İstanbul'u merak ettiğinden daha fazla merak ediyordu. Çok zor olacak olsa da kelimeleri ağzından dökülmek için kavga etseler dahi onları içeride tutmak için söz verdi kendine.

Yol kısaldı kısaldı ve nihayet vardılar menzile. ''Yusuf'' dedi Azam sustu. Azam'ın kelamı efsununu yitirdi bu efsunkar güzellik karşısında. Ardından bu yaptığından utandı ve güzellik pelerinini geçirdi yeniden üstüne. Neticede insanın bir kelamı vardı kapalı kapıların ardına kilitleyemediği, bir de kalbi. Bu mühim anda kaçaçaksa o güzelin dilindeki kelam bir daha geri dönmemesi gerekirdi. Azam dudaklarından bir bir döktü kelimeleri. ''Yusuf'' dedi, '' Gözlerim gerçeği mi görüyor, yoksa yine bir hayal perdesinin ardına mı saklandılar?''. Yusuf yanıtladı '' Lugatındaki gerçek budur Azam.'' Azam başladı bir bülbül misali şakımaya. Erguvanları gördüğü an senelerdir içinde biriken zehri, hüznü akıttı toprağa. Toprak alır derinliklerine saklardı nasıl olsa. Azam şiir gibi konuştu, Yusuf masal gibi dinledi.

İstanbul ve Azam öyle güzel yakışmışlardı ki birbirlerine, evvelden beri birbirlerine sarılmış, birbirlerinin noksanlarını doldurmuş yek-ahenk bir sarmaşık gibilerdi adeta.  Azam erguvana dönüşen hareleri, boğaziçin rayihasını saçan teni, İstanbul gecesine dönüşen saçlarıyla ancak bir rüyadan dokunmuş olarak tasvir edilebilirdi bu anlarda.

Yusuf bin bir diyarı gezerken bile şuan bu efsunlu anı bozup eve gideceklerini nasıl söyleyeceğini düşündüğü anlardaki kadar yorulmamıştı. Azam'ı oradan ayıramayacağını düşünüyordu. Lakin öyle olmadı Azam'ın kalbi adeta bir pamuk şekere dönüşmüştü ve huzurlu gözlerle onaylamıştı Yusuf'u. Dar sokaklarda yürürken Azam sevinçten neredeyse kanatlanıp uçacak bir hale bürünmüştü. Öyle ahenkle sürdürüyordu ki adımlarını sanki yerde de kuş gibi süzülünebileceğini gösteriyordu etrafta onları seyrüsefa edenlere. Uzun mu uzun saçları bahar rüzgarlarını arasına katmış dalgalanıyor, adı meçhul bir bahar çiçeğine benzeyen kokusu yürüdükleri arnavut kaldırımlı sokaklara yayılıyordu. Kalbi ferahlamış, dışarıya zühre yıldızı gibi  şavkır olmuştu.

 Seyrine doyulamaz anlar yaşanırken Yusuf durdu ve ''İşte burası'' dedi,  '' Fani ömrümüzün bilinmez bir kısmını burada geçireceğiz''. Ardından kapının pirinçten yapılmış çiçek şeklindeki tokmağını çaldı. Saat ne geçti ne de erken, güneş ışığını yeni yeni çekmeye başlıyordu üstlerinden. Azam gün kararıp kapılı kapının ardına girmeden önce görebileceği her şeyi görmek için çabalıyordu. Dünya'yı en baştan tanımaya çalışan bir bebeği andırıyordu etrafta dolanan gözleriyle. O sırada ahşap kapının açılma sesini duydu ve bakışlarını oraya çevirdi. Kapıyı oldukça zarif görünümlü, aydınlık çehreli bir hanımefendi açmıştı. Kapıyı açtığı ilk an gözlerinin içinde bir ışık parlamış ardından gözyaşları ince ince akmaya başlamıştı al al olan yanaklarından. Ve bu hanımefendi tezcanlılıkla Yusuf'un ardındaki Azam'ı bile görmeden konuşmaya başlamıştı. '' Ah Yusuf, sen mi geldin? Gözlerimiz nicedir yollarda seni gözlüyordu. Vefasız Yusuf bize bir haber bile yollamadın ki hazırlık yapalım sen gelmeden. Artık iyice hayırsız oldun, diyar diyar gezerken bizi unuttun. Muhabbetine, dostluğuna hasret kaldık.'' diye tatlı sitemlerini sıraladı Yusuf'un önüne. Yusuf mahçup bir şekile '' Asuman Hatun bunları sonra konuşuruz. Asıl misafiri bekletmeyelim. Uzun yollardan geldik, bir çayını içelim soluklanalım.'' dedi ve ardındaki Azam'ı işaret etti.

Asuman Azam'ı gördüğü ilk an ne hissedeceğini dahi bilmiyorken, hiçbir şey düşünmeden '' Mualla'' dedi ve erguvan güzelinin boynuna atladı. Ne Azam ne de Asuman henüz kalp çarpıntısından başka bir şey hissedemiyordu. Yusuf yan taraftan seslendi '' Ohoo ne çabuk kaynaştınız. Ama bir yanlışın var Asuman Hatun, birine benzettin heralde bu hanımın adı Azam'dır. Beraber Uzaklar ülkesinden buraya kadar yolculuk ettik.'' dedi. Asuman anlamdıramayan bakışlarla ''Nasıl olur? Bu kadın Azam değil Mualla. Benim senelerdir ardını gözlediğim dostum. Ah yıllar ondan hiçbir şey eksiltmemiş aksine güzelliğine güzellik katmış.'' dedi.

Bu konuşmalar yapılırken Azam'ın zihninde cevaplayamadığı onlarca soru dönmeye başlamıştı bile. Neler olduğunu anlayamıyordu. Bu kadın annesini nasıl tanıyabilirdi ki ? Yoksa bu sadece bir tevafuk muydu? Annesinin yolu İstanbul ile mi kesişmişti? Şuan bu soruların hepsi muammaydı Azam'ın zihni için. Kelimlerini bir araya gelmeleri için zar zor ikna ettikten sonra biraz da ses telleriyle tartıştı bir türlü titreşip kelimeleri dudaklarından dökemiyorlardı. Azam'ın azarlamasıyla hepsi hizaya geldiler ve dökülmeye başladılar kızıl goncaya benzeyen dudaklardan. '' Mualla benim annemin adıdır. Ama sizin onu tanımanızı benim hafsalam almıyor. Onu nereden tanıyorsunuz? Siz kimsiniz ?'' diyerek dizeledi sözcükleri. Asuman tatlı bir dille bunun kapı eşiğinde halledilecek bir iş olmadığını söylerek konuklarını içeri davet etti.

Konukları sedire oturunca onlara akşam yemeği zamanına kadar midelerini inzivaya çekecek ikramlar hazırlamak için mutfağa gitti. Bu kısa süre içinde Azam hem düşünüyor, idrak etmeye çalışıyor hem de evin içinde bakışlarını dolandırıyordu. Gözü kafeste duran bülbüle takıldı ve yanına gidip incelemeye başladı. Bir yandan da burnuna gelen huzur verici kokunun neye ait olduğunu anlamaya çalışıyordu ki Yusuf '' Asuman binbir çeşit şerbetiyle bilinir. Şimdi de duyularım beni yanıltmıyorsa benim en sevdiğim yasemin-reyhan şerbetini yapmış olmalı.'' dedi. Azam'ın dikkatini çekmenin umuduyla. Lakim Azam gözünü bülbülden ayırmıyordu. O sırada Asuman elinde dopdolu adeta bir ziyafetin sığdırıldığı tepsiyle geldi. Azam'ın bülbülün yanında olduğunu görünce ''  Adı Gönül, Mualla'nın bülbülüydü.'' dedi ve bu cümlenin yetersiz olduğunu düşünmüş olacak ki '' Evlenmeden hemen önce bahçede yaralı bir halde öterken bulmuştu o bülbülü. Günlerce uğraştıktan sonra iyileştirdi. Lakin evlenince götürmek istemedi ve bana ondan emanet kaldı.'' diye ekledi.

Asuman asıl konunun konuşulma zamanını ne kadar geciktirmeye çalışsa da artık kendini dizginleyemiyordu. Her ne kadar kendisi Azam'ın Mualla'nın kızı olduğundan artık emin olmuş olsa da bunun Azam için bu kadar kolay olmadığını hissedebiliyordu. Bir dizi özellik saydı Azam'a Mualla hakkında. Azam her duyduğu kelimede bu kadının annesini nasıl bu kadar iyi tanıyor olduğuna hayret ediyordu. Artık o da emindi ki Asuman ve annesi Mualla'nın ömürleri bir yol ayrımına kadar beraber geçmişti. Asuman yürüdü ve sedire Azam'ın yanına oturarak anlatmaya başladı.'' Biz annenle beraber büyüdük. Evlerimiz aynı sokaktaydı. Ne yediğimiz,içtiğimiz ne de gülüp eğlendiğimiz ayrıydı bizim. Çocukluk oyunlarıyla geçiyordu günlerimiz. Fakat sonra büyüdük ve annen öyle güzeldi ki henüz erken yaştayken talipleri kapıyı çalmaya başlamıştı bile. Her kim gelirse gelsin babası avluya dahi sokmadan kapıdan çeviyordu. Gül goncası kızına kıyamıyor, onu sevdalanmadan evlendirmek istemiyordu. Lakin Gönül'ü bulup eve aldığının gecesinde yeni bir haber geldi dayandı kapıya. Şehzademizin oğlu hem işitmiş hem de görüp beğenmişti Mualla'yı. Nasip o ki babası dahi buna karşı çıkamıyordu. Mualla onu her ne kadar el üstünden tutsalar, tasvir edilemeyecek değerler verseler de aşık olmadığı biriyle evlenmek istemiyordu. Tam bu haberler gelmeden önce de iki sokak ötedeki bir delikanlıya düşürmüştü kalbini. Onunla süslüyordu evlilik hayallerini. Hal böyle olunca annen ne kadar istemese de bu evlilik gerçekleşti. Ardından anneni neredeyse hiç göremez oldum. Gittikçe daha çok içine kapanıyor, günden güne eriyip bitiyordu. O zamanlar ben bile bu çocuksu inadına kızardım onun. Lakin gönül bu ferman dinlemiyor, gerçekten büyüdüğümde anladım. Gel zaman git zaman bir de gebe olduğu haberi geldi kulağımıza...'' dedi ve sustu bir süre.

Bu anlattıkları süresince odada bulunan üç kalbi yaralının da gözünden yaşlar akıyordu. Azam her ne kadar ağlasa da devam etmesi için yalvarır gözlerle bakıyordu Asuman Hatuna.  Soluklanmanın ardından yeniden başladı kelama '' Daha sonra tebrik etmek için gittiğimde görüşemedim annenle, yorgundur dinleniyordur diye düşündüm hep. Lakin zaman çok fazla akmamıştı ki asla kabullenemediğimiz sözler çalındı kulaklarıma. Mualla'nın annesi kimseye söylemeyeceğime yeminler ettirdikten sonra gözlerinin dinmeyen yaşıyla anlattı bana annenin aklını tamamen yitirdiğini ve kusuru soya gölge düşürmesin diye tedavi bahanesiyle adı bilinmeyen diyarlara götürüldüğünü... O ağladı ben ağladım. İkimiz de kalbimize gizledik hüznümüzü.'' dedi ve hıçkırıklar içinde ağlıyordu artık. Sarıldılar Azam'la sımsıkı. Sarılmanın büyüsüyle ağlamaları bir nebze olsun azalmıştı. Asuman sözlerini henüz bitirmediğinden devam etmek için çabalıyordu '' Mualla'nın evladının güzel olacağını biliyordum lakin senin kadar güzelini rüyalarımda görmemiş, masallarda dahi işitmemiştim. Her gece yatmadan önceki duamdın sen benim. Rabbime hamdolsun ki Mualla ile senin ile yeniden keşisti kaderim...'' dedi ve sonrası uzun bir sessizlik. O sessizlikte yalnızca kalpler konuşup hasbihal ediyorlardı birbirleriyle. Bu içi mücevherlerle dolu sessizliği Asuman bozu yine ''Azam'' dedi '' Haydi artık sen anlat.'' Azam saatlerce anlattı Yusuf ve Asuman saatlerce dinledi. Yılların sözcükleri bitmezdi lakin tüm bu sır perdeleri aralanırken önce gün geceye dönmüştü. Şimdi ise gece günü doğurmaya hazırlanıyordu.

Gece yedi tepenin ardına saklanıp gün, ışıklarını boğaziçinin erguvanlarına pay etmeye başladığı vakit Azam da bir erguvan ağacının altındaydı. Yıllardır sakladığı sırlar bir gecede ortaya çıkınca ruhu bedenini terk eyleyen bülbül Gönül’ü ışık hareleriyle temizleyip toprağın altına gömüyordu...


SÜMEYYE ŞULE YETİMLER
       

1000
icon
Antares 12 Haziran 2020 23:09

Kaleminize, kelamınıza sağlık Sümeyye hanım. Oldukça güzel bir hikâyeydi. Bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim 😊

0 1 Cevap Yaz
Sümeyye Şule Yetimler

Kıymetli vaktinizi ayırıp okuduğunuz için müteşekkirim sayın Antares.

0 0
duyurular DUYURULAR
editörün seçtikleri EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ
hava durumu HAVA DURUMU
anket ANKET

e-gazete E-GAZETE
arşiv HABER ARŞİVİ
Bu haber ilginizi çekebilir! Kapat

İstanbul'dan Dünya'ya Tarih'in İzinde