Yedi tepeli şehrin altı yapraklı lâlesisin sen. Beş vakitte de başka güzel. Dört gözle beklenen, üç vakte kadar gelir iki gözümün nuru. Ve Bir’e çıkar yollar: Bir’den Bir’e.
Jâlelerden takınur tâcına gevher lâle
Şâh olupdur çemen iklîmine benzer lâle
(Bâkî, Dîvân)
Pekâlâ bahar geldi. Âlâsı pek bahar günümün. Ömür önümde, yazgım seyyah. Derken vardı kalem lâle şehrine, İstanbul’a.
Lâle: turâb üzeri sitâre. Yakaya takıldığında aşkın beyânı, bir nevi ilânı. Lâle: taşralı bir çiçek. Bundandır mahcubiyet. Temâşâda vahdet, ebcedde Bir’e denk. Ateş kırmızısı, moru, sarısı, pembesi, beyazı: her dâim rengâhenk.
Rivayet olur ki; lâle, Orta Asya’dan devşirme. XII. asırla birlikte Anadolu’nun kapısında. Sonra süslemiş; şiirleri, câmileri, çeşmeleri, mezarları, kumaşları, halıyı ve dahî ahşabı. İlk ıslahını Şeyhülislam Ebû Suud Efendi yapmış. Yetiştirdiği ilk lâlenin kulağına şu ismi fısıldamış; nûr-ı adn (cennetin nuru). Nâmı olan, şânıyla şanlandırmış hâliyle.
XV. asırdan itibaren Klasik Türk Edebiyatına iyiden iyiye yerleşmiş lâle. Bir yığın söz sanatıyla hemhâl olup şâirlerin de desteğiyle şiir sarayına varmış. Bakmış; gül tahtında, saltanatında. Yerinden edememiş gülü lakin ona rakip olup çokça canını sıkmış. Gül de onu hayli vakit meclisine sokmamış. Necâtî Beğ, Dîvân’ında bu rekabeti şöyle tasvir eder:
Taşradan geldi çemen mülkine bîgâne diyü
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler
Şeyhî, Necati, Ahmed Paşa, Melîhî, Zâtî, Bâkî, Muhibbî, Âsâf, Nâbî, Şeyhülislâm Es’ad, Sabit gibi pek çok şâirin divânına, kasidesine, kalemine yoldaşlık etmiş. Söylenenlere göre lâleyi şiirinde kullanan ilk kişi Mevlâna’ymış:
“Lâlenin yaprakları yalım yalım/ Nergis gözünden kaçıp gizlenmede.”
Bilen bilir; suâl söz ile, talep gayret ile. Aşığın suâli dili, talebi sevdiği. Aşığın bu halini gören lâle, hemen yetişmiş imdâdına ve maşukun yanağına renk oluvermiş. An olmuş yüzüne allık süren bir güzel olmuş, süslemiş mesnevileri. Gün olmuş şekli ve renginden ötürü; âşık, gönül, kanlı kefen, ateş, cerağ, şarap, kadeh, yanak gibi muhtelif manalara denk düşmüş.
Lâle, XVI. asırdan itibaren Türk benzetme sanatında adından çokça söz ettirir olmuş. Çini sanatı olarak ise, ilk kez yine bu asırda inşa ettirilen Şehzade Mehmed Türbesinde kullanılmış.
Yine lâle zikredilince Selimiye Camii müezzin mahfilindeki ters lâle akla ilk düşenlerdendir. Bu figür hakkında pekçok rivayet mevcuttur. Kimi hatra, kimi akla, kimi ise gönle hitap eder. Ama sanırım şu rivayeti zikretmeden geçmek olmaz. Şöyle ki; Selimiye o kadar muazzam bir camiiymiş ki nazarlardan korunsun diye, bir kusur olarak lâleyi ters oydurmuş Mimar Sinan. Ne kadar doğrudur bilinmez lakin eskilerin “kusur” diye terennüm ettikleri dahi hayran kalınası güzellikler.
Öyle dönemler gelmiş ki, bilhassa XV-XVI. asırda lâle bir tutku haline gelmiş, XVII ve XVIII. asırlarda gerek saray çevresinde gerek de tebaa arasında müptelalık da kisve yaşanmış. Sultan IV. Mehmed döneminde Çiçek Encümen-i Dânişi (Çiçek Akademisi) kurulmuş.
1718’de destur alıp 1730’a değin süren, zerâfetin ve sanatın en ihtişamlı dönemine asırlar sonra isim olmuş. Lâle Devri diye anılacak bu dönemde; Kağıthane başta olmak üzere birçok semtte rengârenk lalezârlar dillere destan, Osmanlı Devleti’nin masalsı letâfetine büyü olmuş, büyülemiş. Nedîm’in o devirde lâlenin kıymetini tasvir ettigi şu güzeli muhteşemdir:
Müdâm ey lâle-i hâtır-güşâ dûr olma gülşenden
Seninle neş’e tahsîl eylerim câm-ı şarâbımsın
Şimdi, gün geceye döner. Ay da lâlenin üzerine tülünü bırakır. İyi gecelerdir, karanlığın sonesi. Vurur Boğaziçi’ne bir buselik makamı. Lambalar sönünce bir lükse erişir ellerim. Senelerin ızdırâbı dinecek birgün. Bir bahar şifa bulacağız. Elbet baharların biri, derman olacak gönle.
Hâtır; zikr ile fikr arasında. Başlangıçta ve dahi uzaktan. Manası ancak ehline mâlum olanı beyâna hacet yok. Lakin sen yine de o vakte kadar zikrinden de fikrinden de diyeceklerimi çıkarma. Adına hatır desinler. İbrahim’i yakmayan ateşler mevcut. Mevcut ki rengini düşürmüş lâleye…
FATMA BÜYÜKKARA