Güzergahımız Sirkeci Garı’ndan başlayıp Bağdat Köşkü’nün temaşa eylediği Boğaz’ın eşsiz manzarayla son buldu. “Şurada başladı burada son buldu” diyerek anlatılacak bir gün değildi elbet bugün. Güzergahımız uzun, hedef Saray-ı Hümayun!
“Unutmayın, hümayun kelimesini gördüğünüz yerde padişahın kast edildiği hatırınıza gelecek. Yumurta-i Hümayun bile olsa bu böyledir.” diyen hocamızın uyarısını kuşumuza menkuş ederek yola revan olduk. İlk hedefimiz Sultan Fatih tarafından yaptırılan Sur-u Sultani’nin kara tarafından kapısı olan Demir Kapı idi. Demir Kapı, Bab-ı Hümayun’dan sonraki en büyük kapılardan birisiymiş. I. Mahmud Han bir cuma selamlığı dönüşünde atının üzerindeyken bu kapı girişinde irtihal-i dar-ı beka eylemiş. (Allah mekanını cennet eyleye…)
Sur-u Sultani’yi solumuza alarak Taya Hatun Sokak’ını arşınlamaya başladık. Hocamız gezi boyunca gördüğümüz tüm kapıları sayıp aklımızda tutmamızı öğütlerken bir yandan da bir nevi gözetleme kuleleri olan ve Sur-u Sultan-i boyunca 29 adet bulunan burçları da dikkat-i nazarımıza sundu.
Demir Kapı yanındaki II. Abdülhamid Han’ın çeşmesini de ziyaret eyleyerek yolumuza devama koyulduk derken hemen Alemdar Yokuşu’na çıkan köşede Zeynep Sultan Çesmesi’ne vardık. “Hayrın ve keremin kendisinde toplandığı sultan” yazılı kitabesini okuyup III. Ahmed’in kızı olan Zeyneb Sultan’ı da yad ederek hemen yanı başında bulunan bugün içerisinde Beltur tesislerinin bulunduğu mekana açılan Ayazma Kapısı’na geldik. Adını az ötesinde Sur-u Sultani’ye muttasıl olarak yer alan ayazmadan alan bu kapının ismi “kutsal su” anlamına gelmektedir.
Ne çeşmeler bitiyor ne de kapılar. Hümayun Çeşmesi’ni geçerken “ve sekahum rabbuhum şeraben tahura” yazılı kitabeyi okuyarak Koltuk Kapılarından birisine denk geliyoruz ve kapı sayımızı da üçe çıkartıyoruz. Derken Bab-ı Ali kapısına rücü ediyoruz ve dördüncü kapımız olarak da burayı not alıyoruz. Ulu, büyük kapı anlamına gelen Bab-ı Ali III. Osman zamanından itibaren sadrazamlar için kullanılmıştır. Aynı zamanda buraya Paşa Kapısı da denilmektedir. Tam karşısında ki koltuk kapısı da devamlı gelip gitmesi hasebiyle Sokullu Kapısı olarak adlandırılmaktaymış. Alemdar Mustafa Paşa, Bab-ı Ali’deki evinde bir isyan esnasında yeniçerilerce kuşatılınca evinin bodrumunda kendisiyle beraber bir çok yeniçeriyi de infilak ederek burayı harab bir hale koymuştur. İşten bu esnada hasar alan Bab-ı Ali de II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde tecdid edilmiştir.
Bab-ı Ali’yi ardımıza alıp yüzümüzü de II. Mahmud’un yaptırdığı cam demirlikleri “Mahmud Güneşi” ile süslü,“sarayın şehre bakan gözü” olan Alay Köşkü’ne meylettik. Bugün Ahmed Hamdi Tanpınar Müze Kütüphanesi olan köşk, padişahların şehir tarafındaki alayları, geçit törenlerini seyreyledikleri mekan olmuştur. Hem Alay Köşkü’nü ön cephesinden görmek hem de kapılarımızı saymak adına Soğukçeşme Kapısı’ndan içeriye, galat olarak meşhur olan Gülhane Bahçesi’ne girdik. Kapı sayımız beş ederken hocamız Soğukçeşme Kapısı yanındaki diğer iki kapının muhdes olduğunu ve zamanın belediye başkanı Cemil Topuzlu tarafından sarayı halkla bütünleştirmek adına açıldığını söyledi. Soğukçeşme’yi de ardımızda bırakırken şuan restorasyonda olan az evvel de çeşmesini gördüğümüz Zeyneb Sultan Camisi’ni de unutmayarak daha önceki gezimizde külliyesini ziyaret ettiğimiz I. Abdülhamid Çeşmesi’nin bugünkü büfe haline içimiz yana yana yolumuza devam etmeye çalıştık. Kaç çeşme gördük sayamadan yolumuza devam ederken kapı sayımızı itina ile parmak hesabı yapmaya çalıştık. Soğukçeşme Sokak’ına doğru yol alırken hemen karşı caddedeki Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyye binasını da es geçmedik. Bir müddet çocuk mahkemesi ve adli tıp olarak kullanılan bu binanın da acı bir şekilde gördük ki tuğraları kazınmış durumdaydı. Heyhat! Hangi körelmiş zihniyet sanat harikası bu abidevi yapılara el sürmeye cüret edebilimiş hayret doğrusu.
Asıl güzergahımız olan Soğukçeşme Sokak’ına girmeden evvel teberrüken Cafer Ağa Medresesi’ne uğramadan edemedik. Burada Osmanlı medrese yapısını ve Kanuni zamanından kalma Sinan eseri bu medresyi de tanımış olduk. Tekrar güzergahımıza dönerek bizi İstanbul’un yedi tepesinden birine kurulmuş ve 380 küsür yıl boyunca devlet sarayı olmuş olan Saray-ı Hümayun’a ulaştıracak olan Soğukçeşme Sokak’ına girdik. Evvela sokağa adını veren kapalı su deposu olan Sarnıç’ın Roma’dan kalma bir eser olduğunu öğreniyoruz. Güzergahımızda emin adımlarla ilerlerken havanın aşırı soğuğuna aldırış etmemeye çalışarak 18. yy’dan kalma Osmanlı mimari anlayışını yansıtan fevkani evleri hayranlıkla temaşa ederek Ayasofya’yı da selamlıyoruz.
Ve işte III. Ahmed Çeşmesi ve Saray-ı Hümayun’un ilk adımı Bab-ı Hümayun. Evvela Sur-u Sultani etrafındaki dönüşümüzü tamamlamak ve kapılarımızı da saymak üzere İshak Paşa Caddesi’ne yürüdük. Bir de unutmadan Soğukçeşme Sokak’ında kapılarımız altı etti. Darphane-i Hümayun Kapısı’nı altıncı sıraya koyarak Bab-ı Hümayun’u da yedinci ilan ettik. Ayasofya İmareti’nin muhteşen taç kapısını da ilave ettik mi kapı sayımız sekize ulaşmış oldu.
Biz umduk ki öğlene doğru hava ısınır biraz güneş açarda daha rahat yol alırız amma nafile sanırsınız fırtına da bizimle yol aldı. Biraz ısınmak için Erol Taş’ın çay evinde bir müddet soluklandık ve çaylarımızı yudumladık. (Çay ikramında bulunan büyüklerimizin keselerine bereket…)
Yola revan olduk bir kere durmak olur mu? Alnımızın terini soğumadan ayaklarımızın ağrısı kendisini hissettirmeden kaldığımız yerden gezimize devam ettik ve meydan çeşmelerinin en ihtişamlısı, gösterişlisi ve belki de rakipsizi olan III. Ahmed Çeşmesi’nin yanına yeniden vardık. Kitabelerini okuduk müthiş işlemelerini, sebillerini ve çeşmesini iyice bir inceledik. III.Ahmed’in kendi hattıyla yazdığı kitabeyi de çat pat toparlayarak
“Aç besmeleyle iç suyu / Han ahmed’e eyle dua” diyerek suyumuzu içemesek de duamızı eyleyip Bab-ı Hümayun’a teveccüh eyledik. Kitabesi Yahya b. Sofi tarafından hat olunan bu kapı Saray-ı Hümayun’un birinci avlusuna açılan kapısıdır. Kitabenin hemen üzerindeki hatta ise Hicr suresinden ayetler yer almaktadır. Saray, sabah namazı akabinde duacı başının dualarıyla açılır akşam namazı ile de kapanırmış. Bu merasime de “iftitah merasimi” denirmiş.
Saray-ı Hümayun’dan nam-ı diğer Topkapı Sarayı’ndan içeriye girdik. Birinci avludayız. Sağımızda asıl Gülhane Bahçesi’ni görürken şimdilerde olmayan zamanında Tanzimat Fermanı’nın okunduğu Gülhane Kasrı’nı tahayyül ederek solumuzda Jüstinyen’den kalma, Osmanlı döneminin ilk zamanlarında “iç cebe hane” olarak kullanılan Aya İrini’ye doğru döndük. Aya İrini saray yapıldıktan sonra Sur-u sultani içerisinde kaldığı için camiye çevrilmemiş ve mimarisi olduğu gibi günümüze ulaşmıştır. Aya İrini’nin de “kutsal hikmet” anlamına geldiğini öğrenerek yine sağımızda I. Ahmed zamanından kalma has fırınlardan doğru Babü’s-Selam’a doğru yöneliyoruz.
Uzun, yoğun ve dopdolu bir gün. “Bitti mi bu kadar mı?” demeyin henüz bir yer gezmedik varsayın siz ancak ne Saray-ı Hümayun devam ede gelecek satırlarla anlatılabilir ne de buna kalemim kadir olur. En iyisi mi gelin sizler de bizler gibi Adalet Kulesi’ni, Kubbealtı’nı, Arz Odası’nı, Babü’s-Saade’yi, Hazine-i Hümayun’u, Has Oda’yı, Revan’ı Bağdad’ı Boğazı ve daha nicesini Göksel Ağabeyimizden dinleyin. Bizlere kapıları her daim açıkmış. Elbet sizleri de aynı teveccüh ile karşılayacaktır diyerek Üsküdar’ı Kadıköy’ü Sarayburnu’nu Boğaz’ı bir de gelin Saray-ı Hümayun’dan seyreyleyin. Biz -acizane- İstanbul sevdalılarına böyle bir günü hediyye eyleyen grup büyüklerimize ben şahsım ve arkadaşlarım adına teşekkür ederek sizlere de “gelin görün, barındığınız şehri yaşamadan göçmeyin” deme arzusunu duyuyorum…
MELİHA AÇIKGÖZ