İstanbul Tarih ve Kültür Topluluğu’nun İstanbul Medeniyeti Tarih Gezileri’nin 12.sini gerçekleştireceğimiz bugün de bahtımıza Sultanahmed Bölgesi ve civarı çıktı. Türk Ocağı’ndaki ufak soluklanmamız ve kahvaltımızın akabinde hiç vakit kaybetmeden belki defalarca önünden geçtiğimiz ama nazarlarımıza takılmayan külliye formatındaki II. Mahmud türbesini ve muhteviyatını gezmeye başladık. II. Mahmud 1839’da burada bulunan Esma Sultan Sarayı’nda vefat edince hemen buraya bir otağ kurulmuş ve oğlu Abdülmecid tarafından ise bu türbe inşa ettirilerek II. Mahmud Han buraya defnedilmiştir.
II. Mahmud, Abdülaziz, II. Abdülhamid Han’ın da medfun oldukları türbesi, hasara uğramış çeşmesi, işlevini -ne yazık ki- göremeyen sebili, bugün lise olan mektebi, en süslü lahit ve şahidelere sahip önemli isimlerin medfun olduğu haziresi ile camisiz bir külliye formatında olan bu kompleks son sermimar-ı hassa, ilk emniye-i hassa müdürü olan Abdülhalim Efendi tarafından inşa edilmiştir. “Mahmud Güneşi” burada yine bizleri yalnız bırakmıyor ve türbenin üzerindeki alemde karşımıza çıkıyor -Alay Köşkü’nde gördüğümüz pencereleri süsleyen bu sembolü arar oldu artık gözlerimiz Mahmud’u Sâni’nin ismini her duyduğumuzda-. Bizler de gözden kaçırmamaya dikkat-i nazar eylemeye çalışıyoruz. Türbe içerisine girerek ecdadımızın ruhlarına birer Fatiha okuyarak sandukalarını ve türbe yapısını inceliyoruz. Osmanlı’da ölümün bile bir kültürü olduğunu ifade eden hocamız bizlere türbelerin neden 8 köşeli olduğunu sorarak akabinde de açıklamasını buyurdu.
Nasıl ki cennetin sayısı sekiz her bir cennetin de kapı sayısı sekiz olarak bildirilmişse türbeler de sekiz köşeli imar edilmiş ki ebedi ikametgahımız da dünya alemindeki bu sekiz köşeli mabedden farklı olmasın. Nasıl ince bir düşünce nasıl da hoş bir hayat görüşü…
Sanduka örtülerine “puşide” dendiğini de öğrenerek yavaş yavaş dışarıya doğru yol almaya başladık. Geldik kitabelere… Hocamız yine akla ve şevkle bizlere kitabeleri okutturmaya çalıştı ise de üç ordan beş buradan toplama yaparak ancak ortaya bir şeyler çıkarabildik. “Daha kat’ edecek çok yolumuz var” diye hüzünlenerek belki biraz da heyecana gelerek kitabenin hoş hattını da okuyor hocamız.
Divanyolu üzerinde hayrat hasenat, bina çok…
Hemen karşı tarafa yönelerek Köprülü Mehmed Paşa Medresesi’nin kapısına vardık. Gün münasebetiyle kapalı olan medreseye giremediysek de kapısında bir müddet soluklanıp pür dikkat hocamızı dinlemeye koyulduk. İlerlemiş yaşına rağmet devlet işlerinde rağbet gören Mehmed Paşa bu medresenin yapımına başlamış ancak oğlu Fazıl Ahmed Paşa itmama erdirmiştir. Osmanlı medrese geleneğinde talebeler için tahsis edilen medrese bölümü aynı zamanda mescid olarak da kullanılırmış. Nitekim bu kalıcı hale gelmiş ve Köprülü Medresesi dersliği bugün cami olarak kullanılmaktadır. Mehmed Paşa’nın oğlu, hanımı ve ailesinin bazı üyeleri de külliyenin haziresinde yatmaktadırlar. Köprülü soyundan gelen edebiyat tarihçisi, Demokrat Parti kurucu üyelerinden Fuad Köprülü’yü de anarak döndük Divanyolu’na. Fuad Paşa’nın emriyle başlatılan yol genişletme çalışmalarında bazı eserler yol üzerinden kaldırılmış yahut da kaydırılmış. Nitekim hemen karşımızdaki İstanbul’un en büyük hanlarından biri olan Vezir Han’ın yan tarafına bitişik bulunması gereken Nurbanu Sultan Hamamı’nın -ki Çemberlitaş Hamamı sonradan verilen ismidir- yerinde olmadığını yarım daire şeklinde kesilen kubbesinden anlıyoruz. Ayrıca medrese haziresinin de kaydırılarak geriye nakledildiğini tahminetmeden edemiyoruz. Akabinde çaprazımızda bulunan Çemberlitaş’ın da aslında Konstantin Sütunu olduğunu II. Mahmud dönemindeki bir yangınla hasar gördüğü için çemberle çevrildiğini bundan sonra da semte de adını verecek şekildi böyle müsemma olduğunu öğreniyoruz.
Daha adımlamaya başlamadan baş döndürecek kadar çok mekanla bizi karşılayan Divanyolu’nda bir adım atıyoruz ki Abdülaziz döneminde İstanbul Üniversitesi’nin temellerinin atılmış olacağı bugün Basın Müzesi olarak kullanılan Osmanlı’nın ilk daru’l-fünun binası ile karşılaşıyoruz. Hocamız Dİvanyolu’nun adeta bir bakanlıklar bölgesi olduğunu söyleyerek bu bölgenin daha eskilerden beri bu işlev üzre kullanıldığını ilave etti. Biraz daha aşağıya yürüdüğümüzde ise Köprülü Medresesi’ne ait ancak İstanbul’un ilk müstakil kütüphanesi olan Köprülü Kütüphanesi ve hemen muttasılında, altında sarnıç olduğu bilinen Arif Paşa Konağı’na da uğruyoruz.Hava güzel yolumuz yine uzun. Şükür ki grubumuz dinç ve içi kıpır kıpır. Hoş İstanbul fedaileri olmak da bunu icap ettiriyor olsa gerek. Divanyolu’ndan aşağıya doğru yol almaya devam ederken İstanbul’un ağuşunda turist taşımaktan bıktığını da varsayarak kalabalıkları ardımızda bırakarak ilerlemeye çalışıyoruz. Duyduğumuz her bir ses dilimizce olmadığı her bir vakit beni olduğu gibi elbette grubumuzu da hüzünlendiriyor olsa gerek. Nerede İstanbullu(!) gençler? Nerede bu ecdadın mirasına sahip çıkacak meraklı dimağlar? Bunca kalabalık bu toprakların neslinin kalabalığı değil belki de en çok bu buruyor yüreklerimizi…
Sağ tarafımızda II. Bayezid’in defterdarbaşısı Firuz Ağa’nın camisi, sol tarafımızda ise II. Mahmud’u ölümden kurtaran ve kendisine “annemden sonra annemdir” dediği Cevri Kalfa’nın sıbyan mektebini görüyoruz. Firuz Ağa Cami 1491-92 yıllarında tek kubbeli küçük bir cami olarak inşa edilmiştir. Tek minaresi gelenek dışı olarak sol taraftadır. Tabi ki caminin medrsesi yol çalışmalarına kurban gitmiş durumda. Hocamız bu caminin kitabesini çok önemsediğini ve Okçular Tekkesi şeyhi, kemankeş, hattah Şeyh Hamdullah tarafından yazıldığını da ifade ederek “şurada ki taşlara küfeki taşı diyoruz hatırlatın Sultanahmed de onları anlatacağım şimdi biraz da merak edin” diyerek geldik Cevri Kalfa’ya. II. Mahmud’un manevi annesi olan Cevri Kalfa bir harem hanımıdır. Şehzade Mahmud için verilen ölüm emri akabinde kaçmaya çalışan şehzadeye yardım ettiği, onu öldürmek üzre gelenlere kül serptiği rivayet edilir. Bu sebeple de Mahmud-u Sani kendisini manevi annesi olarak görmüştür. Bugün sıbyan mektebi Ahmed Kabaklı öncülüğünde kurulun Türk Edebiyat Vakfı tarafından işlevine devam etmektedir. Acı bir gerçek olarak da yine gördük ki tuğraları sökülmüş olan bu yapının kitabeleri bir can havli ile güç bela kurtarılmış. Bunu ise bir kısmı olmayan kitabelerde ayan beyan bir şekilde görmek oldukça mümkün.
Ve işte geldik dünya üzerinde bir tek kendisinde altı minare bulunan, temelleri hayırlı ellerin himmetiyle atılan Sultan Ahmed Cami ve Roma ile Bizans’ın ve tabi Osmanlı’nın da kalbi olan eskinin Hipodrom’u şimdinin At Meydanı’na… Bildiğimiz üzre Sultanahmed Cami I.Ahmed tarafından Mimar Sinan’ın da öğrencisi olan Sedefkar Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır. Sultanahmed’in belki de mimarisinden daha fazla dikkate değer olan noktasının içerisinde ki sayısının 23 bine yakın olduğunu öğrendiğimiz çinileriydi. I. Ahmed’in caminin temelini altın bir kazma ile attığını, bu kazmanın da bugün Topkapı Sarayı’nda olduğunu öğreniyoruz. Gelin şimdi biraz hayal dünyamızı yoralım ve Sultanahmed Camisi’nin açılışını tahayyül etmeye çalışalım. Düşünün ki Ahmed-i Evvel’in yaptırdığı bu caminin temelleri Celvetiye tarikatinin şeyhi Hüdayi Hazretleri’nin himmetiyle bereketlenmiş. Cami tamamlanmış açılışta yine Üsküdarlı Hüdayi Hazretleri ilk vaazı veriyor, Abdülmecid-i Sivasi Hazretleri hutbe irad ediyor üzerine birde İsmail-i Rumi Hazretleri müridleri ile deveran icra ediyor ve bu merasimler bundan sonra sürerlilik kazanıyor.
Bir tahayyülün şimdi zihinlerimizde dolandığını sezin ve hissedin. Ve bir de bu tahayyülün bir zamanlar, eski, bizden uzak eski bir vakitte bil-fiil vücüt bulduğunu idrak edin! Ne müthiş hadise nasıl bir bereket… Bu duyduklarımızı namazımızı kılmazdan evvel işiteydik, teberrüken daha bir çoşkulu olurduk belki ya kısmetimizde yok imiş. Nasibdir bu işler diyerek tabana kuvvet devam ettik yolumuza. Sultanahmed’den çıkar çıkmaz tabi ki kedimizi Hipodram’da bulduk. Evvela eskinin Hipodromunu konuşarak Örme Sütun’dan Dikili Taş’tan ve Üç Başlı Yılan Heykeli’nden, buranın Roma ve Bizans’daki işlevinden, merasimlerden, Nika isyanından bahis ettik ve hemen ardından İbrahim Paşa Sarayı’na da teveccüh ederek Osmanlı dönemindeki ihtişamından bahsettik. Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi olan Hatice Sultan ile evli bulunan Paşa için padişah tarafından tahsis edilmiştir bu saray. Sarayın sol zaviyesinde bulunan “seyir köşkü”nden de padişah buradaki alayları ve merasimleri seyreylermiş.
İbrahim Paşa Sarayı’nın hemen yanında muhdes olarak son dönemlerde bina olunan Defter-i Hakani Binasını görüyoruz. Pencere alınlıkları yer yer çinilerle bezenmiş bu bina 1. ulusal mimarlık akımının bir ürünü imiş. Mimar Vedat Tek tarafından 1910’da buraya inşa edilmiş. Biraz ileriye, Divanyolu tarafına doğru ilerleyerek namazdan sonra tekrar döneceğiz direyerek ardımızda bıraktığımız Alman Çeşmesi’nin önüne geliyoruz. Alman Çeşmesi her ne kadar 114 yıllık bir geçmişe sahip olsa da bu meydanın en genç üyesi imiş. Bu çeşme Türk-Alman dostluğunun bir nişanesi olaran II. Willhem tarafından Almanya’da yaptırılarak II. Abdülhamid’e sunulmak üzre İstanbul’a At Meydanı’na getirilmiştir. 19. yy eseri olan bu çeşme elbetteki geleneksel çeşme anlayışından farklı olarak inşa edilmiş durumdadır.
II.Willhem’in bu dostluk nişanesinden sonra döndük tekrar Sultanahmet’i medresesiyle, daru’l kurrasıyla, sebiliyle, türbesiyle gezmeye. Alman Çeşmesi’nin çaprazından bulunan kapıdan girmeden evvel içerisinde Sultan I. Ahmed’in II. Osman’ın ve IV. Murad’ın medfun olduğu türbenin kubbesine ve hemen yanındaki daru’l kurrasına bir göz atarak kapı yanındaki sebile geliyoruz. Tabi ki bizleri yine uzunca bir kitabe bekliyor. Hocamız da akabinde ekliyor “Kuru taş binayı gezerek bir şey olmaz! Onları anlatan bu kitabeleri okuyacağız arkadaşlar!” Bizler de hemen işe koyuluyoruz ama cılız bir iki ses haricinde kavi bir ses çıkaramadık ne yazık ki. “Ebedi alemler için hayr için yapıldı Allah onu ebediyyen mesrur etsin” diye başlayıp devam eden kitabemiz de çözümlendiğine göre artık külliyenin sınırlarına girmememiz için hiçbir engelimiz kalmamış bulunmaktaydı. Medresesi günümüzde vakıf olarak kullanılan turistlerce “mavi cami” olarak tanınan yapımız İstanbul’da Hünkar Kasrı’na sahip ilk camidir. Sultanahmed Cami’i Sıbyan mektebiyle, III. Selim tarafından yaptırılan yangın havuzuyla, akarı için yapılan arastasıyla külliye formunu koruyup günümüze ulaşan yapılardan bir tanesidir. Kıble tarafında bulunan arasta ve çarşıyı turlamadan evvel hocamız “hatırlatın küfeki taşını anlatacağım size” dediği için bizler de unutmayarak hatırlattık ve öğrendik ki küfeki taşı yazın sıcaktan kışın soğuktan koruyan bir taş olup yalıtım işlevi görüyormuş. İstanbul’daki yapılarda ise sıklıkla kullanılırmış.
Çarşıya girmeden evvel hocamız bize soruyor “işlevi nedir bu çarşı ve arastaların?” diye bizler de hemen vakfın gelir temini için olduğunu söylüyoruz. Akabinde hocamız unutmamamız gereken üç kelimeyi bize emanet ederken -vakıf, vâkıf ve vakfiye- bu tavsiyeyi de heybemize atarak iç tarafında tavukların, horozların kol gezdiği mecradan aşağıya doğru süzülerek arastaya giriyoruz. Günümüzde daha çok turistlere hitab eden arastada kısa bir yürüyüş yaparken gözümüz İznik Çinileri’ne, envai çeşit yaş-kuru bitkilere, şerbetçilere takılmadan edemiyor elbet. Çıkar çıkmaz arastandan üç kola ayrılan ve sıklıkla yüksek ve cüsseli araçların geçtiği daracık sokakta, inşaat halinde olan zamanın Baytar Mektebi’ni bir yad edip kimsenin ezilmesine de mahal vermeden güzergahımızı yine caminin kıble tarafında olan ama külliye sınırları dışında kalan İskender Paşa’nın türbesine çeviriyoruz. İskender Paşa İstanbul’un ilk mevlevihanesi olan Galata Mevlevihanesi’nin kurucusudur.
Bir yarım daire çizerek bir ucundan girdiğimiz külliyenin diğer bir ucundan bugün Marmara Üniversitesi rektörlük binası olarak kullanılan II. Abdülhamid Han döneminde ziraat ve ticaret nezareti olarak kullanılan binanın önünden Fuad Paşa Cami’ine doğru gidiyoruz. Gün boyunca ismini az yâd etmedik diyerek geldiğimiz bu küçük camide biraz soluklanarak Fuad Paşa’yı tanımak için hocamıza kulak kesiliyoruz. Keçecizâde İzzet Molla’nın oğlu ve tanzimat dönemi sadrazam ve hariciye nâzırı olan Fuad Paşa tarafından 19. yy’da inşa edilen bu caminin içi oldukça sade. Kalem işleri göze çarpan harim bölümünde hat yazıları da yok denecek kadar az. Camisinin sadeliği yanında Fuad Paşa’nın türbesinin oldukça süsülü bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Yüz küsür türbeden pek çoğu gibi kapalı bulunan bu türbeyi ziyaret eylemeyemeden sessizce Fatihalarımızı okuyarak yola revan olmaya devam ediyoruz.
Sonuna yaklaşmaya başladığımız gezimizin son iki durağı Küçük Ayasofya ve Sokullu Mehmed Paşa külliyesiydi. Jüstinyen tarafında 527’de yapıldığı rivayet olunan bu kilise II. Bayezid dönemi Babü’s-saade ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye çevrilmiştir. Adeta mini bir Ayasofya olan bu caminin içi ise daha farklı bu benzetmeden daha farklıdır. Sütun başlıklarıyla, vaftiz havuzuyla apsisindeki yön faklılığıyla evvelinin hikayesini anlatan bu yapı içerisinde ağırlıklı olarak tevhid vurgusu yapılmış hatlarıyla iki büyük medeniyetin izlerini sadrında taşır halde. Camiden çıkmadan evvel buranın medresesinde hem eğitim görmğü hem de hocalık yapmış olan Hüdayi hazretlerinin eseri olan segah makamında ki bir ilahiyi hocamızdan dinleyerek kulaklarımızın pasını siliyoruz. Medreseyi gezerken bugün artık örneklerine rastlama imkanını kendi kendimize vermediğimiz, sosyal yozlaşma ve ahlaki değerlere verilen önemin göz ardı edilmesi hasebiyle işlevini görecek uygun bir ortam bulamayan sadaka taşlarından bir tanesini görüyoruz. Heyhat! Vakıf gönüllü bir medeniyyetten, gözünü enâniyyet bürümüş bir nesle ne vakit tahvil olunduk oturup bir düşünelim.
Son durağımız Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi’ne gelmezen evvel “Hipodrom’dan günümüze ne kalmıştır diye sorarlarsa bu kalıntıları anlatırsınız” diyen hocamızın ardından bugün üzerinde Sultanahmed Lisesi’sin bulunduğu Marmara denizi tarafında bir kaç metre boyunda günümüze ulaşmış olan kalıntıları gördük.. Epeyce uzun bir güzergahın nihayetinde grupça hafiften yorgunluk emareleri göstermeye başlıyorduk ki namazımızı eda ederek Sokullu külliyesini de tanımak adına bir müddet camisinin hariminde konakladık. Bosnalı bir devşirme olduğunu öğrendiğimiz Sokullu Mehmed Paşa II. Selim’in kızı İsmihan Sultan ile evliymiş. Paşa devşirildikten sonra Galatasaray’ında eğitim görmüş akabinde de Enderun’a alınmıştır.
Kaptan-ı deryalık da yapan Paşa daha sonra kubbe vezirliğinde bulunmuştur. Kanuni’nin son vezir-i a’zamıdır. 1579’da vefat eden Paşa bu külliyeyi Mimar Sinan’a 1571’de yaptırmıştır. “Evvelimi gazi eyledin âhırimi şehîd eyle” diyerek dua eden Murad Hüdavendigâr’ın duasını etmesinin ertesi günü bir meczup tarafından şehid edildiği rivayet olunmaktadır. İstanbul’da en çok hayrâtı bulunan sadrazam olan Paşa’nın bu camisinin dört farklı köşesinde Haceru’l-esved taşının parçaşarı bulunmaktadır. İlki cümle kapısının iç ratafında ikincisi minberin alınlığında üçüncüsü yine minberin külah alınlığında sonuncusu ise mihrabın üzerindedir. Bu cami Mimar Sinan’nın Selimiye’yi yapmadan önce onda uygulayacağı planın bir ön çalışmasıdır. Medresesi avlu oluşturacak biçimde yapıyla bütünleşmiş olan bu yapının yerinde kilise olduğu Sokullu’nun satın alıp yıktırarak bu camiyi inşa ettirdiği rivayet olunmakta. Sokullu’nun Azepkapı’daki camisini, Eyüp’teki medrese ve türbesini Çekmece-i Kebir’deki kervansarayı, camisi ve yekpare minaresi ve hamamını da yâd ederek gezimizi nihayete erdiriyoruz.
Güneşin de bizi yalnız bırakmadığı bu pırıl pırıl günde bizler yine İstanbul’un altını üstüne getirmek için iş başındaydık. Roma’nın dünya açlan kapısı Osmanlı’nın At meydanı merkezli bir gezi ile aslında kulaklarımız ne kadar sık işitse de gözlerimiz ne kadar aşina olsa da bu civarda daha bilmediğimiz neler neler olduğunu düşünerek bugünden bize kalan yüklü bir birikimle yine başta hocamıza ve İstanbul Tarih üyelerine teşekkürü bir borç bilerek evlerimize dönmek üzere yola koyuluyoruz.
Bizler bugün tarihi yarım adanın batı ucunu arşınlamış olduk. Ne yaparsak yapalım ne kadar taban eskitsek de İstanbul’un derununa aşina olmak aşk istiyor şevk istiyor gayret istiyor. Bizler de bir yerden başlayıp boynumuza borç bildiğimiz bu görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışıyoruz. Bir İslam medeniyyetinin, kendi medeniyyetimizin şâhitleri olmaya sarf u gayret eyliyoruz. Tuttuk bir ucundan İstanbul’u gıdıklıyoruz.
Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...