Karaköy-Galata Gezi Yazısı

İstanbul Gezileri 2 Nisan 2014 13:18
Videoyu Aç Karaköy-Galata Gezi Yazısı
A
a

İstanbul Tarih farkıyla bir pazarımızı daha şenlendirmek, Karaköy-Galata’yı hatmetmek adına, bol yağmurlu da geçecek bir gezi için yollara düştük günler sonra yeniden…

Kadim mimarlık geleneğimize ait olmayan mimari bir üslup ile 1912’de Avusturya tarafından “Wiener Bank” ismiyle Viyana Bankası’nın bir şubesi olarak yapılan bina, 1918 sonrası Fransızlar tarafından banka olarak kullanılmış daha sonra Tütün Rejisi olarak ta kullanılan bina 1944 itibariyle de Ziraat Bankası Karaköy Şubesi olarak hizmet vermiştir. Bu yapının önünde hülyalı bir günün sabahında toparlanırken seyyahlarımız, bir yandan da bu yörenin farklı havasını tanımaya çalışıyorduk.
 
Mithat Paşa’nın 1867 yılında Tuna Valiliği döneminde tarım ile uğraşan halka destek temini için kurulması amaçlanan Ziraat Bankası’nın temellerinin nasıl atıldığını öğrenirken, bir yandan da İstanbul’da herhangi bir yerde çok da rast gelme imkanımız olmayan iki heykel ile bu yapının İstanbul siluetindeki yerini ve aşırılığını düşünmeden edemediğimizi sezer gibi oldum.

Mason olduğu rivayetleri bulunan Mithat Paşa’nın temellerinin atılmasına sebep olduğu banka binasını incelerken mimarı hakkında kaynaklarda detaylı bilgi olmadığını öğrendiğimiz için kafamızda soru işaretleri oluşsa da, banka binasının balkonunda bulunan heykellere dair İbrahim Hocamızdan geniş çapta bir bilgilendirilmeye tabi tutulduk. Denizi sırtınıza aldığınızda sağınızda kalan heykel Siyonizmin sembol isimlerinden ve Masonluğun kurucusu olan Hiram Usta’ya, solunuzda kalan heykel ise annesi Dul Kadın’ın heykeli imiş. Öğrendiğimize göre Süleyman Peygamberin mabedini inşa eden Hiram Usta öğrecilerinin her birine bir mimarlık sırrı vermiş ve kendisi de daha sonra bu sırlar ifşa olmasın diye öldürülmüştür. İşte burada yer alan heykellerde Dul Kadın’ın elindeki heybe ve Hiram Usta’nın elindeki büyük çekiç ve örs Masonluğun temellerini atan bu hikayenin bir özeti mahiyetindedir adeta. Nitekim Saray-ı Hümayun’a gözlerini diken bu iki heykel ile de II. Abdülhamid’in hal’ olunmasına sebep olan Jön Türklerin destekçisi olan Siyonistler “gözümüz üzerinizde” mesajı vermektedirler adeta.

Kafalarımız alak bullak, öğrendiklerimize hayret ederken bir yandan da bu heykellerin vermek istedikleri mesajlara nasıl da reddiyeler yazıyoruz hafsalalarımızda…

Karaköy gibi bir bölgeyi böyle kafa karıştırıcı bir mekanla başlamak yanlış bir seçim değildi elbet çünkü zaten kafamız gün içerisinde devirler arasında gidip gelmekten öylesine bir fırtınaya dûçar olacakmış ki bu sadece bir temrinmiş meğer… Çeşitli tarihlerde pek çok kez olaylarda ismi geçen bir belde burası…

Evvela diyelim Karaköy ismi nereden geliyor? Bizans döneminde, -farklı rivayetler varsa da- Museviliği kabul eden tek Türk topluluğu olan Hazar Devleti’nin diğer bir ismiyle Karaylar’ın buraya yerleşmesiyle burası bu topluluğun adıyla anıla gelmiş daha sonra da dönüşen bu isim zaman içinde Karaköy halini almıştır. Karaköy İstanbul’un deniz ticaret merkezi ve deniz ticaretinin dünyaya açılan kapısı konumunda olmasından ötürü pek çok güruh tarafından sahip olunmak istenmiştir. Bir zaman İtalyan şehir kolonilerine ev sahipliği yapmış daha sonra Cenevizliler hakimiyetinde bulunmuş bazen de Venediklilerin hakimiyetine girmişse de bunca el değiştirmenin bu mekana kattığı en güzel şey kültür çeşitliliği olmuş olsa gerek. Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettikten sonra da burada ticaret canlı tutulmaya çalışılmış, ticaretle uğraşanlara farklı imtiyazlar sağlamakla beraber Galata Kadısı tarafından da burası denetlenmişlerdir.

Ayağına kadar gelmişken Galata Köprüsü’nden bahsetmeden geçip gitmek olur mu hiç? Galata Köprüsü’nün yapımı için ilk girişimler II. Bayezid döneminde yapılmış Leonardo da Vinci’den bir proje çizmesi istenerek İstanbul’a davet edilmiştir. Vinci’nin çizdiği proje padişah tarafından kabul görmediği için uygulanamamışsa da hocamızdan öğrendiğimize göre bu proje Norveç’te ki bir köprüde uygulanmış şimdilerde mevcut olan Haliç metrosu köprüsünde de -her ne kadar Süleymaniye silüetini bozduğunu düşünsemde belli zaviyelerden- uygulanmaya çalışılmış. Cisr-i Atîk -eski köprü- olarak bilinen Unkapanı Köprüsü’nden sonra 1815’te II. Mahmud Han zamanında inşası gerçekleşecek olan Galata Köprüsü ise Cisr-i Cedîd -yeni köprü- olarak isimlendirilmiştir. Kaptan-ı Derya Hasan Paşa tarafından ahşap olduğu için yıktırılan köprü yeniden inşa edilmişse de V. Mehmed Reşad’ın üçüncü sülüs töreninde 1912’de tekrar yaptırılmış ve 1914’te ilk elektirikli tramvay bu köprüden geçirilerek bugünkü haline kavuşmuştur.

Şöyle bir beyin fırtınasından sonra Ziraat Bankası ve heykellerini bir yanımıza Galata Köprüsünü de diğer bir tarafımıza katık ederek az bir yol gittik gidemedik ki bir cami ile karşılaşamadık. Evet karşılaşamadık! Çünkü burada olması gereken ama bugün yerinde yeller esen -İnşaallah restitüsyon çalışmalarıyla inşa edilecekmiş- Bulunduğu arsa da II. Bayezid döneminde tekke olduğu bilinen ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından Yağkapanı Mescidi yapılan mabed, bugün yerinde olmayan yolların genişletilme çalışmalarında bir kazmaya kurban gitmiş. Başımız sağ olsun! Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırılan bu mescide Yağkapanı denmesinin sebebi ise nasıl ki Unkapanı’na un getirilip denetimi yapılıyor ise buraya da yağlar getirilip denetimi yapılır ve kaydedilirmiş. 1894 depreminde yıkılan cami 1903’te Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından devrin mimarbaşısı Raimondo d’Aranco’ya fevkâni olarak -rutubetten zarar görmesin deyû- tekrar inşa edildiyse de gerisi malum kadrosu açığa alınan cami yıktırılmıştır 1958’de Menderes döneminde… Bu caminin yıkılmasını hoş karşılamayan halkın gözünü boyamak içinse parçaları numaralandırılan cami mavnalara yüklenmiş ve Kınalı Ada’ya götürülmek için yola çıktıysa da o gün bu gündür mavnadan haber yok bilesiniz.

Heykellerimizi, köprümüzü ve camimizin hüznünü alarak heybemize, tekrar koyulduk yolumuza… 1905’te inşa ettiği Ömer Abed Han’ına imzasını, ismini bil-fiil yazarak atan Alexandre Vallaury, 1850’de İstanbul’da doğmuş bir levanten -İtalyan ve Fransız olup ticaretle uğraşan kimselere denir- bir ailenin çocuğu olup mimarlık eğitimi almak için Paris’e güzel sanatlar akademisine gitmiş İstanbul’a döndüğünde de Sanayi-i Nefise Mektebi’nde mimarlık dersleri vermiştir. Karaköy’ünün en ihtişamlı hanı kabul edilen bu yapı Abed kardeşlerden Ömer Abed tarafından zahire ticaretinin merkezi olarak kullanılmıştır. Bügünkü İstanbul Erkek Lisesi binasını -zamanın Duyun-u Umumiye binası- ve İstanbul Arkeoloji Müzesi binasını da inşa etmiş olan Vallaury Paris’te vefat etmiştir.
 
Han’ın üzerinde kocaman harflerle adını kazıyan bu mimara karşılık Hocamız, Mimar Sinan’ın bir tevazu örneğini anlatırken gururlanmadık demek abes olurken bir yandan da nasıl bir medeniyetin kimliğine sahip olduğumuzu düşünerek övünmedik de değil. Sinan’ın Süleymaniye Külliyesi’ni inşa ettikten sonra kuşbakışı bir konumdan düşündüğümüzde külliyenin sağ alt köşesine bina ettiği türbesi ile sessiz sedasız ama oldukça da iddialı bir şekilde attığı imzası hepimizi bir kez daha dehasına ve üslubuna hayran bıraktı.

Dolambaçlı yollardan günün de vermiş olduğu hâdilikte ilerlerken Karaköy’ü sindirmeye çalışıyor ve bir birikmişlikle yolumuza devam ediyoruz. Bankalar caddesinde olunca es geçemediğimiz, Galata Köprüsü’nü az geçince hakkında fikriniz olmasa bile nazarlarınızdan kaçması mümkün olmayan bugün Yapı Kredi Karaköy Şubesi olarak kullanılan ve Mimar Mongeri tarafından 1920’de inşa edilen yapıyı da görmeden etmedik. I. Ulusal Mimarlık Akımı temsilcilerinden olan Mimar Vedat Bey ve Kemalettin Bey’in de öğrenci olarak yapımında bulunduğu bu bina günümüzde de aynı işlevde bir banka binası olarak kullanılmakta.

Mabedinden çok son dönem binaları ile bizi karşılayan Karaköy’deki turumuzu Kemankeş Mustafa Paşa Cami ile devam ettirirken gördük ki bunca çeşitli kimliğin vücut bulduğu bu belde de varlığımızı hissettirmeden etmemiş ve buraları da şenlendirmişiz.

Bahçesindeki medrese ve çeşmesi ile 1766’da son haline kavuşan bu cami Kemankeş Mustafa Paşa tarafından inşa ettiriliyor. IV. Murad döneminde sadrazam olan Mustafa Paşa iyi ok atıcısı olduğu için ‘kemankeş’ olarak vasıflandırılmıştır. Mekke’den Arafat’a yaptırdığı su yolları hâlâ muhafaza edilen Paşa 50 yaşlarında iken idam edilmiştir. 1606 yılında bu caminin bulunduğu yerde bir kilise olduğu ve Müslümanlar tarafından bu arsa satın alınarak caminin inşa edildiği söylenmektedir.

Heyhat! Bir camimizin daha olur da zarar gelir diye yalnızca son cemaat yerinin açık olduğuna şahit olurken içine giremediğimiz Mustafa Paşa Cami’inin hikayesini Hocamızdan dinlemiş olduk. Karaköy’de ki son durağımıza uğramadan evvel ayrıldığımız bu camiye metrûk bir bakış atıp haline de uygun bir hâl-i ahvalde sessiz sedasız ayrılarak huzurundan bir gün kıymeti bilinsin duasıyla onu dokusu gereği yabancı aslı gereği sahibi olduğu bu mekâna emanet ettik. Ve bu toprakların manevi liderlerliğinin başını çeken Eba Eyyüb el-Ensari’nin yoldaşları olan sahabe efendilerimizi de ziyaret eyleyip Yeraltı Cami’ini de tanımak için yine Karaköy’ün bilinmezliğine vurduk kendimizi…
Miladi 1753-56 tarihlerinde cami olarak inşa edilen Yeraltı Cami, İstanbul’un fethi sırasında Bizans’ın Haliç’e germek için kullandığı zincirlerin bağlı olduğu Kastellon Kulesi’nin mahzeni konumunda imiş. Peygamber Efendimiz’in “Kostantiniyye mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” hadisi mucibince defaatle buralara kadar gelip bu müjdeye nail olmak isteyen bunca peygamber sevdalısından üçünü burada selamlamak “İstanbul Tarih farkı ile” bizlere nasib oldu.
 
Dışarıdan iki metreyi zor bulan duvarlarıyla basık bir biçimde aşağı meyleden zamanın mahzeni şimdinin camisi bu yapı Sufyan b. Uveyne için mahzen olmuş bir zamanlar. Uveyne hapsolunduğu mahzende vefat edince nâaşını oradan çıkarmamışlar o mahzeni kurşunla kaplayarak kapatmışlardır. Bu sebeple Kuşunlu Mahzen de denilmiştir. İmam Şafi’nin hocası olan Sufyan b. Uveyne’yi ziyaret eylediğinizde göreceğimiz bir husus da kabri başındaki su kuyusuydu. İbrahim Hocamız hemen olaya el atarak namaz için dört bir köşeye dağalmış seyyahlarımızı küçük gruplar halinde toplayarak şu kısa bilgiyi de vermeden etmedi: Sufyan b. Uyeyne (r.a) burada mahpus olduğu vakitlerde su bulamadığı bir anda ayağını yere vuruyor ve şimdi kabrinin başına denk gelen ve bugün kuyusu bulunan yerden su fışkırıyor.

Buradaki kabrinin aslında makam olduğunu öğrendiğimiz Mısır ve Filistin Fatihi Amr b. As’ı ve Vehb b. Huşeyre’yi de ziyaret eyleyerek biraz dinlenmek biraz da düşünmek için namaz evveli az soluklanıyoruz. Öğrendiğimize göre bu mahzenin mescid olma serüvenine dair iki farklı rivayet varmış. İlkinde Şam tarafından buraya gelen bir âlim, babasının rüyasında burada üç sahabenin yattığını gördüğünü ve buranın onların makamlarıyla birlikte cami yapılması gerektiğini ifade ediyor ve burası camiye çevriliyor. İkincisinde ise hemen karşısı Üsküdar olan Karaköy, Üsküdar halkından pek çok kişi tarafından görülen rüyalarda burada sahabe efendilerimizden üç kişinin yattığı görülüyor ve bu dönemde ki taleplere karşılık da I. Mahmud döneminde burası cami olarak düzenleniyor. Hangi rivayet daha sahihtir bilemeyiz amma caminin içerisinde II. Abdülhamid Han’ın 1903’te hediyye eylediği Mescid-i Haram maketini görmeden buradan ayrılmayın derim.

Ağırlıklı olarak hanların, bankaların bulunduğu sokakları yavaş yavaş adımlarken yönümüzü Fransız Mühendis Gavant’ın uzun uğraşları sonucunda yapılan Tünel’e çeviriyoruz.

İstanbul’a geldiği vakit Karaköy’de bir otelde konaklayan Gavant, yöre halkının Galata tarafına gitmesi için Yüksek Kaldırım Caddesi tarafından kan ter içinde kala kala çıktıklarını ve nasıl da yorulduklarını gözlemleyerek Hocamızında ifade ettiği gibi gayet masumane(!) bir niyyet ile buraya elektrikli bir tren yapmayı planlıyor ve yaptığı projeyi Abdülaziz Han’a sunuyor. Londra’dan sonra ikinci olarak İstanbul’da olacak olan bu tren projesi padişah tarafından kabul görmeyince işin peşini bırakmayan mühemdisimiz projesini allayıp pullayıp daha albenili bir hale getirerek tekrar Padişah’a sunduğunda 1869’da kabul görmüştür. Kendi halinde bir mühendis olan Gavant projeyi tamamlamak için İngilizlerden yardım alınca haliyle tamamlanan proje İngilizlerin kontrolünde idare edilmiştir. 1939’da millileştirilen tünel projesi ise hala işlevini sürdürmekte ve zamanında Londra’dan sonra ikinci metro hüviyetini kazanmış olmaktadır.

Gezimize sekteye uğratma ihtimali bile olmayan yağmur çiselemeye başladıysa da nasılsa durur çizgileri beliren her vecheyle arşınlamaya başladık ki yolu durağımız Bereketzade Medresesi’ne varsın… Daru’l-Kurra olarak inşa edilen bu medrese Fatih Sultan Mehmed Han buraları topraklarına kattığı zaman şenlendirme politikası gereğince Galata Kulesi Kumandanı Bereketzade Hacı Ali Efendi’ye buraların iskanını vererek gereğinin yapılmasını istemiştir. Zaman içinde bakımı zorlaştığı ve kendisi de buralarda bir cami yaptırmak istediği için III. Ahmed’in annesi Gülnûş Emetullah Rabia Valide Sultan tarafından bu medrese camiye çevrilmiştir. Temizlik için kapalı olan camiye girmeyeceğiz düşüncesiyle Hocamız tarafından kapısında bilgilendirilirken aniden açılan medrese kapıları bizi ürküttüyse de içeriden verilen hoş bir tebessüm ile camiye dahil olduk. Malum yağmur da hızlandı biraz diner umuduyla hayli oyalandıysak da mübarek bizim yol almamızı beklercesine hızlandı.

Bizdeki azim de takdire şayandı ya hani, güzergahımızı hiç de aksatmadan Osmanlı Bankası’na yol aldık. Hoş burada da hayli oyalanmamıza rağmen devam eden yağmura inat şemsiyesi olan şemsiyesini açtı olmayanlar da buldukları saçakların altına sığınarak Hocamızı dinlemeye başladık. Pek çok tekliften sonra 500 bin İngiliz parasıyla yapılması kabul gören banka evvela sahil tarafında hizmete başlıyor daha sonra da Valluary tarafından inşa edilen bu binaya taşınıyor.

Komando Merdivenlerinin hikayesini dinlemeye başlıyoruz ardından. 1492’de imzalanan El-Hamra Kararnamesi’yle Endülüs’ten sürgün edilen Yahudi Komando Ailesi’nin ilk İtalya’ya ardından da 1792’lerde İstanbul’a gelerek, aile reisinin tellal olarak çalışmasıyla başlayan bir hikaye. İzak ve Abraham isminde iki oğlu bulunan aile reisi, büyük oğlu İzak’ı bankacılık ile uğraşması için yönlendirmiş, kısa zamanda zengin olan İzak genç yaşta verem hastalığına düçâr olarak hayatını kaybetmiştir. Tüm serveti kardeşi Abraham’a kalmıştır. Bu yörenin ihyasında da oldukça imzası olan Abraham bugün görülmezse olmaz olan Komando Merdivenlerini de inşa ettiren kimsedir.

1492’de İspanyollar’ın soykırımından kaçıp Osmanlı’ya gelen Komando ailesinin soyundan gelen kişiler, kaderin cilvesi 1944’te Paris’te Yahudi soykırımına tabi tutularak ellerindeki tüm mal mülk ile yok olmuşlardır. Kaderin ne göstereceği, sonun hangi meçhule yol aldığı belirsiz bir hayatı solurken gelin görün bir Karaköy turu size neler düşündürecek…
 
1453’te Hacı Ali Efendi tarafından yaptırılan Bereketzade Cami’ine geldiğimizde hala dinememiş olan yağmur hepimizi terletmişti… I. Mahmud devrinde dönemin defterdarı tarafından yaptırılan çeşme sonradan buraya ihdas edilmiştir. 1920’lerde kadrosuzluk nedeniyle uzun müddet metruk halde kalan cami 1952’de yine bir yıkıma kurban girmiştir. Günümüze yakın bir dönemde ise Beyoğlu Belediyesi tarafından yeniden imar edilmiştir. Dur durak bilmeyen bir biz değil yağmur da bize yoldaş iken İstanbul’un tepelerinde boy gösteren Galata Kulesi’ne varmış bulunuyoruz. Gözetleme kulesi, yangın kulesi, cephanelik, hapishane gibi çeşitli durumlar için kullanılan bu kule 528’de yaptırılmıştır. Cenevizlilerin buraya hakim olduğu dönemde Bizans’ın gözetimi altında bulunan bu bölgeye Cenevizliler kale yapımına izin verilmediği için sahil tarafına yüksek binalar yaptırarak sur vazifesi gördürmüşler daha sonra binaların arkalarından da sur inşa etmişlerdir. Kanuni döneminde hapishane olarak kullanılan bu kule III. Murad Han döneminde de Takıyyüddin tarafından rasathane olarak kullanılmış Hazarfen Ahmed Çelebi de Doğancılar’da son bulan meşhur uçuşunu bu kulenin tepesinden başlatmıştır. Günümüzde ise İstanbul panoramasını geniş cephelere kadar görebileceğimiz bir görev üstlenerek ziyaretçi akınına uğramaktadır.

Gezimizin sonlarına doğru yaklaşırken uğrak yerimiz olan Arap Cami ne zaman kim tarafından niye yaptırıldı rivayetleri ihtilafliyken ben bunlara çok da kulak asmayarak İstanbul’da huzuru bulabileceğim en nâzende yapılardan biriyle karşılaşmış olduğumu anlayarak buranın şükrünü eda etmek için elimizden ne geliri düşünmeye başlamamız gerektiği düşüncelerine dalıyorum. Avlusunda makamı bulunan 711’de Mesleme b. Abdülmelik buraya geldiği vakit İslam ordularıyla bu camiyi inşa ettiği ve daha sonra Şam’daki karışıklıklar nedeniyle geri dönmek zorunda kalınca kiliseye çevrildiği hususu birinci rivayetken bir diğer rivayet ise burası San Paulo Kilisesi iken İslamlaştırma politikası ile Fatih Sultan Mehmed buranın en büyük yapısı olan bu kiliseyi camiye çevirmiştir. Minaresi de 712’de yaptırılan Şam Emeviye Cami’nin minaresine benzediği için birinci rivayet kabul görecek gibiyse de Hocamız kendisi adına ikinci rivayetin daha makbul olduğunu dile getirdi. Bence minaresinden yola çıkıp da yorum yaparsam yanlış sonuca varacağımı düşündüğüm bu rivayetler için ise sadece “hangisi doğruysa ikisi de kabulümdür iyi ki yapılmış bu mâbed” demek ile huzur buldum. I. Mahmud’un annesi Saliha Sultan tarafından ahşap bir görüntü ile tezyin edilen bu camiyi gelin görün. Hem siz buraların derûnuna aşina olun hem de buraları metruk bırakmayın.

Gemicilik işleriyle uğraşanlara verilen isim olduğunu öğrendiğimiz Âzeb, Karaköy’den inip de yolu arşınladığınızda hemen köşe başında sizi karşılayacak olan bugünkü adı ile Azapkapı Sokullu Cami’ine ad olmuştur. Kanuni döneminde sadrazamlık yapan Sokullu, Bosna’nın Vişegrad kasabasının Sokuloviç köyünden devşirme olarak İstanbul’a gelmiş ve eğitim görmüştür. Kaptan-ı Derya’lık yaptığı dönemde 1578’de bu camiyi Mimar Sinan’a yaptırmıştır. Fevkani bir üslupla tek minareli olarak inşa edilen bu cami Selimiye Cami’inin minyatürü konumundadır derken hemen yönümüzü sırtımızı dayadığımız Saliha Sultan Çeşmesi’ne çeviriyoruz. Hocamızdan bu çeşmesin hikayesini dinlerken herhalde herkes aynı düstur ile hayret içerisinde dinlemiştir. Gülnuş Emetullah Rabia Valide Sultan bir gün bu bölgede dolaşırken çeşmenin olduğu bu mekânda ağlayan bir kız çocuğu görür. Kendisine neyi olduğu sorulduğunda ailesine götürdüğü testisinin kırıldığı cevabını alır. Hemen küçük kıza testinin parasını vererek yenisini alabileceğini ifade ederken küçük kızın verdiği cevap kendisini sultan edecektir: “Ben testini kırdığıma üzülmüyorum aileme verdiğim sözü tutamadım ona üzülüyorum”, der ve kendisi eğitilmek ve II. Mustafa’nın eşi olmak üzere saraya alınır. Yıllar sonra geçip küçük Saliha, saraya Sultan olduğunda bu olayı hatırlıyor ve kendi gibi nice Saliha’lar ağlamasın deyu bu hayratı buraya inşa ettiriyor.

Böylelikle nihana erdirmiş olduğumuz gezimizde bize yâver olan yağmurun da bereketiyle Hocamız İbrahim Bey başta olmak üzere İstanbul Tarih ekibine teşekkür ederek atılan her bir adımın bu ekibin ömrüne bereket eylemesi dualarıyla bu güzel mekânları bu güzel fark ile gezmiş olmanın minnettarlığını hissettiğimizi de ifade etmek istiyorum.

Sürç-ü lisan ettiysem affola…

1000
icon

Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...

duyurular DUYURULAR
editörün seçtikleri EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ
hava durumu HAVA DURUMU
anket ANKET

e-gazete E-GAZETE
arşiv HABER ARŞİVİ
Bu haber ilginizi çekebilir! Kapat

İstanbul'dan Dünya'ya Tarih'in İzinde