Osmanlı Sarayı’nın temel merasimleri Bâbü’s Saade önünde yapılırdı. Cûlüs, cenaze, bayramlaşma ve sancak merasimleri başlıcalarıydı. Cülûs merasimi öncesi vefat eden padişahın naaşı yeni padişaha gösterilerek insanların sonunun nasıl olacağı hatırlatılırdı. Sultan V.Mehmed Reşad’ın naaşını gören Sultan Vahdeddin’in ‘’Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısaymış’’ dediği rivayet edilmektedir.
Topkapı Sarayında Mukaddes Emanetlerin önünde padişah cenazelerinin yıkandığı teneşir
Osmanlı padişahlarının cenaze merasimlerinde örfi ve dini uygulamalara dikkat edilmiştir ve bu merasimler birbirine benzemektedir.
Kaynaklarda padişahların naaşları veya mezarlarının üzerine otağ kurulduğuna dair bilgiler vardır. I.Murad’ın 1398 yılında Kosova Savaşında şehit edilmesinden sonra otağ kurulmuştur. Osmanlı tarihini anlatan Enveri, Âşık Paşazade ve Neşri’de eserlerinde bu olayı anlatmıştır. Padişahın naaşının tahnit edilerek iç organları alınmış ve gömüldükten sonra otağ kaldırılıp yerine hemen türbesi inşa edilmiştir. Mezar üzerine otağ kurulan ilk sultan Osman Gazi olup son sultan ise II. Mahmud’dur. Dönemin vakanüvislerinin eserlerinde cenaze merasimlerinde aynı uygulamanın yapıldığı anlaşılmaktadır.
Padişahın vefatı ilk önce sadrazama bildirilirdi. Cenaze ve biat merasimlerinin yapılması için sadrazam, kethüda ve reisülküttaba emir verir ve padişahın cenazesi revakalar altına konulmuş olan sayebana getirilirdi. Üzerindeki giysilerin kolları kesilerek çıkartılır ve çıkartılan kıyafeti saklanırdı. Fatih Sultan Mehmet’in kürkü ve Sultan Abdülaziz’in kanlı kıyafetlerinin saklandığı gibi.
Has Oda Koğuşu’nun arkasında bulunan Mabeyn Kapısı’ndan naaş çıkartılır ve zülüflü baltacılar tarafından Hırka-i Saadet Çeşmesi’nin önüne çadır kurulurdu. Darü’s sade ağası yazıcısı tarafından gasli yapılmaktaydı. Selâlar Ayasofya, Fatih, Sultanahmet Camii ve Adalet Kulesinde okunurdu.
Padişahın tabutu Bâbü’s sade önüne hazırlanan tahtadan bir taht olan musallaya konulur, cenaze namazı şeyhülislamın kıldırmasıyla başlardı. Padişahın tabutu omuzlarda tekbir ve dualarla defnedileceği yere doğru taşınırdı.
Ahmed Refik ‘’Abdülhamid’in Naaşı Önünde’’ adlı yazısında II.Abdülhamid’in cenaze merasimini şu şekilde anlatmaktadır:
‘’ Cenaze, lale bahçesi önünden geçirildi. Hırka-i Saadetin yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinden içeri girdi. Şehzadeler ve Damat Paşalar Mecidiye Kasrı’nda, cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı, içeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi.
Ne münevver, ne ulvi, ne ihtişamlı bir daireydi. Burası Osmanlı hanedanın hilafet namına inşa eylediği en bedii, en mutantan, en parlak mabedi. Duvarlar mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla müzeyyendi. Sultan Selim’in halefleri ruhlarını bu mukaddes mahalde telsiye ederler, ordularının zaferleri için burada dua ederler. Hırka-i Saadet önünde gözyaşları dökerlerdi. Duvarların rengarenk çinileri, kıymettar yazılar göz kamaştırıyordu.
Hacet Penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda, geniş buzlu camlar Haliç’in görülmesine mani oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde serviden altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerine yatırılmıştı… Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı hoca ellerinde lifler, misk sabunları, dindarane bir ihtişamla naşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden camid bir cisim gibiydi… Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlıklar, ağalar duruyordu. Herkes huşu içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alametleri görülüyordu. Hırka-i Saadet Dairesi tarihi bir gün yaşıyordu. O gün vakayi ile dolu uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar, Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Naaşa sıcak su döküldükçe beyaz ir duman yükseliyor, buhurdanlıklardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu. Etrafta haşiane bir sükûn sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasır üzerinde ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayakucunda, direğin yanında damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri naşa matuf, müteessirane ağlıyorlardı.
… Nihayet naaşın yıkanması bitti, sarı işlemeli havluları kurulandı. Tabut yere indirildi. Teneşir, tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in naaşı hürmetle tabuta indirildi.
Sultan Abdülhamid son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti, hatta vasiyet etmişti. Göğsüne ahidname duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destimali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi. Sultan Abdülhamid’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidname duası, yüzünde siyah Kâbe örtüsü, ak sakalı ebediyete doğru kapanmış gözleri ile Huzur-ı İlahi’ye gidiyordu… Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde, mehib ve muhteşem, dışarı çıktı. Erkan-ı devlet, zabitler Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısı önünde yüksek bir mevkiye konuldu. Hamidiye Camii’nin Kürsü şeyhi, sırmalı yeşil esvabı, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı, etrafına bakınarak sordu:
‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’’ Velveleli, hazin, müteesir bir ses, serviler arasından aksetti:
‘İyi biliriz!’ Kısa bir Fatiha bu merasime de nihayet verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Ahmed-i Salis Kütüphanesi’nin, Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti…’’
Cülûs merasimiyle saltanatı hazin başlayan Sultan Vahideddin’in cenazesi de hazin olmuştur. Sürgüne gönderilen padişahın cenazesi maddi imkânsızlıklardan dolayı yapılamamış hatta tabutu bir hafta boyunca salonda bekletilmek zorunda kalmıştır.
Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...