‘‘Bir zaman ola ki, padişahlar rikâbında yürüyeler.’’
Kolay değildir bir duâya özne olup yudum yudum ondan nasibini almak. Zordur sekiz padişaha denk düşen ömürde mihmandarlık yapmak. Ve ne büyüktür, nefisten tecrid edip O’na kul olmak…
Üsküdar’a Arzuhâl…
Ey her türlü belâya âmîn deyip Hu’larla zikre karışan ruhların hanesi,
Her dem aşkı libâs kılan bedenleriyle sırat-ı müsâkîme kanatlanan gönüllerin asitânesi,
Ey kusuru görmeyen, hasenatı sükûtlarla dahi terennüm etmeyi leblere haram kılanların sarayı; ne mutlu Sana ki Hüdâyî gibi mahbûbu, tarifsiz bir aşkla sinende saklıyorsun. İzin ver, edeble gireceğimiz kapından lütûfla çıkalım.
Ey aşk, senin yolunu tutacağıma kasem ederim!
Mukâddime / Koçhisar’da Peyda Olan Umman-ı Aşk
1541’de kaderden eman alan bir serüvendir bu; başlangıçta suflî alemde nazar edilen sonrasında ulvî alem için âb-ı hayat olan. İsmiyle müsemmadır. Övülmeye değerdir. Elbet bir gün ‘‘Azîz’’olacaktır Mahmud, ‘‘Hüdâ’’ya giden bu yolda.
Sivrihisar’da destûr dediği ilim hayatı, İstanbul’da kemâle erer. Ve talebesi olduğu Nâzırzade Ramazan Efendi’ye İstanbul’da muîd -müderris yardımcısı-, Mısır ve Şam kadılıklarında nâib olur. Sadık olur. Hizmete teslim olup O’nda huzur bulur. Derken 981/1573’te Bursa Ferhâniye Medresesi’ne müderris, Câm-i Âtik mahkemesine nâib olarak atanır. Hasıl-ı kelam; bir eliyle Hz. Ömer’e müşebbeh adalet, diğer eliyle talepkârı olduğu ilmi dağıtır. Bir yandan da tarikat babından geçerek ilah-i aşk şarabından yudumlamaya başlar. Öyle sarhoş olur ki mey bile utanır buna; sebep ben miyim diye…
Üftâde’ye niyaz: ‘‘Bana Hacı Bayram tacı giydir!’’
Hüdâyî kadılığı sırasında irfansız ilimle vuslatın gerçekleşmeyeceğini idrak ederek nefsini haddeden geçirmeye niyetlenir. Nasîbini almak için kaftanlar içinde Üftâde’nin kapısında durur. Ve öğrenir ki burası yokluk kapısı; ne sırtındaki kaftana kıymet biçilir ne de ayağındaki çarığa. Riyâzat vadisine girmek için müderrislik ve kadılığı bırakarak derûndan bir ‘‘Hu’’ ile mâsivâya perde çekerek Üftâde’ye intisâb eder:
Müderrislik ğam u derd u belâdır
Kada hod cânib-i Hakk’tan kadâdır
Allah takdir buyurur; Üftâde Hazretlerinin kapısında üç yıl süren seyr ü sülûktan sonra hılâfet mertebesine ulaşır. Şeyhinin irşâd vazifesi teklifini defalarca kabul etmez. Ukalalığında mı? Hâşâ, sümme hâşâ! Tevazu buyurur hocasına. Sadece tevazu. Ne eksik ne fazla. Ama ‘‘şeyhini bile geçecek’’ kıvama gelmiştir bir kere. Dem bu demdir. Ve Hüdâyî, Sivrihisar’a -sılasına- giydiği taçla geri döner. Başlar ademoğlunu irşâda, ruhları şâda… Burada altı ay kalır. Derken yüreğinde hasretle Bursa yollarında bulur kendini. Teslimiyetle Şeyhinin kapısına yüz sürer. Ve ecel gelir; Üftâde’nin nasibine ölüm, Hüdâyî’nin yüreğine ateş düşer. Tekrardan Sivrihisar, ardından Rumeli… Yollar Hüdâyî’nindir vesselam…
İmdi, Âsitâne’de Şeyhlik Gerek…
Tezâkir-i Hüdâyî adlı eserinden hareketle beyânımız şudur: Hüdayî Hazretleri İstanbul’a dönünce muhtelîf yerlerde şeyh ve vaîz olarak hizmet eder. Gerek ilmî ve siyasî eşrafta gerekse halk arasında şöhreti artar. O’nun sevgisi yüreklerden taşar. Gönüller tasavvuf ikliminde O’nunla huzura kavuşur. Elhak, padişahları bile kendine mürîd eyler.
Dünyayı kendine ram eyledi, padişahlar olmuş çok mu?!
Hüdayî’nin III. Murad dönemindeki nüfûzu o kadar artar ki tebaanın ihtiyaçları hususunda padişaha tavsiyelerde dahi bulunur. Padişaha yazdığı mektup bunun nişanesidir:
‘‘Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murad etmişsiniz. Halk-ı âmme ve hâssa ziyâdesiyle mesrûrdur. İhtiyaç da zarûret de küllîdir. Ceddiniz Sultan Süleyman Han Hazretleri Kâğıthâne suyunu getirip âmmeyi su ile ziyâfet etmişti. Sizler saâdetiniz odun ile…’’
Bir Rü’yâ ile Başlayan Muhabbet
Rivayet olunur ki: I.Ahmed rü’yâsında Namçe (Avusturya) Kralı ile güreş tutup kendisinin arka yere düştüğünü görür. Devrin tabircileri yorumda aciz kalınca rü’yâ Hüdâyî’ye intikâl eder ve O da rü’yâyı, Namçe Kralı’na karşı kazanılacak zafer şeklinde yorumlar. Tabir edilen rü’yâ Estergon’un geri alınıp Avusturya’nın mağlup edilmesiyle hayat bulur. Âmennâ!
Yine başka bir rivayete göre; Hüdâyî, Sultanın gönderdiği hediyeyi kabul etmez. Bunun üzerine Sultan hediyeyi Şeyh Sivasî’ye gönderir ve Sivasî hediyeyi kabul eder. Bunun üzerine I. Ahmed: ‘‘Bu hediyeyi Hüdâyî’ye gönderdiğim hâlde o kabul buyurmadı’’ deyince Sivasî: ‘‘Hüdâyî bir ankadır ki lâşeye(leşe) tenezzül etmez!’’ der. Aradan zaman geçer. Sultan, Hüdâyî ile sohbeti sırasında bu vakayı hatırlar ve Hüdâyî ile paylaşır. Bunun üzerine o da verdiği cevapla ne kadar nüktedân ve zarif bir şahsiyete sahip olduğunu gözler önüne serer: “Padişahım, Şeyh Abdulmecid-i Sivasi bir bahrdır (denizdir); deniz bir katre masiva cirkabı ile mülevves (bir damla dünya kirliliği ile kirlenmiş) olmaz!”
Efendim, ne büyük bir bahtiyarlıktır böyle gönül erenleriyle aynı havayı teneffüs etmek ve yine ne büyük bir nimettir ki I. Ahmed gibi gönül tahtını, saltanat tahtına tercih edenlere torun olmak!
Hangisi Keramettir Ey Gönlüm?!
Bir gün Sultan Ahmed, Hz Hüdâyi’yi saraya davet eder, Hüdâyî de icâbet. Derken Hüdâyî Hazretleri abdest almak ister. Abdest suyunu sultan döker. Şeyhe havlusunu tutan Valide Sultan gönlünden: ‘‘Şeyhin bir kerâmetini görseydim’’ diye geçirir. Hüdâyî’ye bu istek malum olunca: ‘‘Hayret, bazı kimseler bizden kerâmet isterler. Cihan padişahı elimize su döküyor, valideleri havlu tutuyor. Bundan daha büyük kerâmet mi olur?’’ buyurur.
Kerametin hangisi olduğunu siz buyurun…
Ey Fırtına, Sana Rağmen Denizde Neşve!
Menkıbeden alıntı olunur ki: Denizcilerin bile çıkmaya cesaret edemediği fırtınalı bir günde Hz. Hüdâyî, Sultan Ahmed Camii’nde vereceği vaaza yetişmek için kayığa biner. Hüdâyî’nin dört tarafındaki deniz o anda diner. O gün bu gündür Üsküdar’la Sarayburnu arasında bir Hüdâyi Yolu’nun bulunduğuna inanılır.
O yolda buluşalım refikim!..
Ve Bir Duanın Tecellisi…
Günlerin birinde Sultan Ahmed gittiği çarşıda Hüdâyî Hazretlerine tesadüf eder. Hemen atından inerek yerine şeyhi oturtur ve kendisi de atın arkasından yaya olarak yürümeye başlar. Zatın gönlü, bu işe rıza göstermez ve şöyle buyurur: ‘‘Sırf şeyhimin duâsı ve emri yerini bulsun diye bindim.’’
Manzaranın betimlemesi Üftâde’nin duasına işaret etmektedir: ‘‘Oğlum, padişahlar rikâbında yürüsün.’’
İki Dilde Pek Çok Eser Çıktı Meydane / Hepsi Birbirinden Tasavvufane: O’nunla Mana Bulan Edeb/iyat:
Hususî bir ihsâna ta elestte nail olan Hüdâyî; fikrini ve zikrini sanat endişesinden uzak bir şekilde yazıya döker. Vahdet-i vûcud fikrini her dem taze tutarak tekke şairlerinin yolundan yürür. Şiirlerinde Yunus Emre tesirlerine rastlarız: Neyleyim dünyayı / Bana Allah’ım gerek / Gerekmez mâsivâyı / Bana sultânım gerek
Bunun yanında Arapça ve Farsça şiirleriyle de Yunus’tan ayrılır:
Afitâbım bir hilâl-ebrû klulundur mâh-ı nev
Asumân-ı şeh-nişindir sipihrdir nişân
Yedi civarında Türkçe eseri bulunan Hüdâyî’nin yirmi kadar da Arapça eseri bulunmaktadır. Bursalı İbrahim Hakkı’ya göre hiçbir tefsire müracaat etmeden kaleme aldığı Nefâisül-Mecalis adlı Kur’an-ı Kerim tefsiri, Hz. Üftâde’ye intisabından hılâfetine kadar geçen dönemini anlattığı Vâkıât, kalbine doğan ilhamları ve gördüğü rü’yâları tarih belirterek aktardığı Tecelliyât; Arapça eserlerinden birkaçıdır.
İlahî, rubâi ve kıt’aların yer aldığı Türkçe Divanı didaktik tarzda yazılmış bir eser olup tasavvufî hikmetlerle doludur. Celvetiyye tarîkatı adabının anlatıldığı Tarikatnâme ve Mirac hadisesinin anlatıldığı Mirâciye adlı Türkçe risaleleri bulunmaktadır. Ayrıca çoğunu III. Murad’a yazdığı 152’si Türkçe, 22’si Arapça olmak üzere 174 mektubun yer aldığı Mektûbât adlı eseriyle de tarihe kaynaklık etmektedir.
Ve en nihayet, Hakka yürüyüş: ‘‘Bir gün sefer düşer berzah iline / Otağı kalkıcak sultan eğlenmez’’
1038/623’te ömrünün zahir olan varağını tarihe emanet kılarak ‘‘dost illerine’’ göç eder. Cenâzesi zâviyesinde bizzat kendisinin yaptırdığı türbeye, Üsküdar’a defnedilir. O gün bu gündür Üsküdar, hiç ölmeyenleri ağırlamanın huzuruyla daha bir vakurdur.
Zeyl / Selam Olsun Üsküdar Sakinine!
Zikir meclislerinin piri, vaizler sultanı, Celvetî yolunun takipçisi büyük mutasavvıf-şair Seyyid Aziz Mahmud Hüdâyî; ne kelam Sen’i beyanda kâfi ne ruhum neşrettiklerinden memnun. Güneş şarktan garba hicret ettikçe duâna binlerce ‘‘Âmîn’’ kurban olsun!:
“Sağlığında bizi, vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler bizimdir. Bizim dostlarımız denizde boğulmasınlar, imanlarını kurtarmadıkça göçmesinler, ahir ömürlerinde fakirlik çekmesinler, vefatlarını bilsinler ve haber versinler”
Kaynakça
BANARLI, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 2001.
KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı, Gözden geçirilmiş 12. baskı, İstanbul, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004, c. II.
KÖPRÜLÜ, M. Fuâd, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, Akçağ Yayınları, 2007.
NURBAKİ, Haluk, Velîler Deryasından Katreler, İstanbul, Damla Yayınevi, 2001.
TOPBAŞ, Osman Nuri, Bir Testi Su, İstanbul, Erkam Yayınları, 1998.
TOPBAŞ, Osman Nuri, İmandan İhsana Tasavvuf, İstanbul, Erkam Yayınları, 2002.
YILMAZ, Hasan Kâmil, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, 2. baskı, İstanbul, Erkam Yayınları, 1982.
YILMAZ, Hasan Kâmil, Aziz Mahmud Hüdayi: Hayatı ve Menkıbeleri, İstanbul, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı, 1994.
Fatma BÜYÜKKARA