“Ayasofya; İstanbul’un En Kıymetli Hazinesidir”
Ayasofya Kilisesi, Camii, Müzesi İsmi ne olursa olsun, ne anlam ifade ettiğini anlamak için ilk önce tarihini bilmek gerekir. Büyük Roma İmparatorluğunun doğudaki son kalesi Bizans’ın göz bebeği muhteşem mabedi olan ve Fatih Sultan Mehmed tarafından Camiye çevrilmesi neticesinde Hilal’in Haç’a galibiyetinin simgesi sayılan Ayasofya’yı, Müze Müdürü Hayrullah Cengiz ile konuştuk…
Ayasofya’nın tarihsel sürecinden ve tarihi öneminden bahseder misiniz?
Ayasofya Mabedinin inşa edildiği alan kadim şehir İstanbul kadar eskidir aslında. Ayasofya hakkında konuşmadan önce İstanbul şehrinin tarihi sürecinden bahsetmek, bu şehir hakkındaki bilinenlerin nasıl değiştiği hususunda bilgi vermek gerekir. Yakın bir zamana kadar İstanbul şehrinin kuruluşu Avrupa Merkezli tarihçilik anlayışı çerçevesinde M.Ö. 660’lı yıllara dayandırılmakta ve bugünkü Yunanistan sınırları içinde kalan Megaralı Byzas tarafından şehir kurdurulmakta idi. Ancak Yenikapı Marmaray kazı alanında bulunan tarihi kalıntılar ve bulgular, şehrin tarihinin 8 bin yıldan fazla olduğunu ortaya çıkarmıştır. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Çoğumuzun tanıdığı büyük seyyah Evliya Çelebi İstanbul’un kuruluşunu o meşhur eserinde tarihi olarak çok daha gerilere götürmekte ve bu arada Ayasofya’nın bugün bulunmuş olduğu yerde de şehrin ilk kurucusu olarak gösterdiği Hz. Süleyman Peygamberin bir mabed yaptırdığını ifade etmektedir. Artık kadim şehir İstanbul’un az önce ifade etmiş olduğum gibi şu an için bilinen yaklaşık 8 bin yıllık bir tarihi varsa ve artık Byzas efsanesi de çökmüşse, Evliya Çelebi’yi niçin dikkate almayalım ki?
Bu işin bir boyutu ama dikkate değer bir boyutudur. Gelelim bugünkü Ayasofya’ya ve onun tarihi hikayesine. İlk olarak söylemem gereken şey İstanbul gibi kadim şehirlerin mabedleri her zaman için o şehrin topografik olarak en görkemli, en hakim yerine inşa edildiğidir. Son araştırmalar göstermiştir ki, İstanbul şehrinin putperest dönemlerinde yani Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlık dinini kabul etmeden önceki zamanlarında bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu alan içinde büyük ihtimalle bir pagan tapınağının mevcudiyetidir.
Roma İmparatorluğu 330 yılında İstanbul’u ikinci başkenti olarak seçmiş ve yeni resmi dini olarak Hıristiyanlığı benimsemiştir.Bu dönemin imparatoru ise yeni İstanbul’unda imar ve ihyasını sağlayan I. Konstantin’dir. Bu imparatorun oğlu ve kendisinden sonraki imparator Konstantius ise bugünkü Ayasofya’yı ilk inşa ettiren kişidir. Ancak o zamanki ismi Megali Eklisia yani “Büyük Kilise”dir. 15 Şubat 360 tarihinde hizmete giren bu kilise bazilika tipi bir yapıdır. Yeri gelmişken ifade temeliyiz ki, bu yapının ilk temelinin atıldığı tarih belirsizdir. Tabi kadim şehir İstanbul’un ikinci Roma olarak görülmesi kiliseler arasında da bir rekabeti beraberinde getirmiştir. O vakte kadar Antakya ve İznik kiliseleri ön plandayken, İstanbul’un ikinci Roma olarak anılması ve akabinde “Büyük Kilise”nin inşası zaman içerisinde kiliseler arasındaki hiyerarşide de bazı değişiklikleri getirecek ve o da bazı sancılara sebep olacaktır. Biz bu kısma pek girmeden mabedin tarihi sürecine devam edelim isterseniz.
404 senesinde Ayasofya’daki Patriğin ikinci defa sürgün edilmesi üzerine bir halk isyanı çıkmış ve İstanbul’da meydana gelen yağma ve yangından Ayasofya da nasibini alarak büyük oranda zarar görmüştür. İkinci Ayasofya’yı İmparator Theodosius, yeniden inşa ve ihya ederek 415 tarihinde hizmete açtırır. Bu yapının da bazilika tipi olduğu kesindir. Birincisi hakkında fazla malumatımız olmasa da ikincisi hakkında bilgimiz daha nettir. 1935 yılında Ayasofya’nın batı yönünde yapılan kazı çalışmalarında bu ikinci yapının kalıntılarına ulaşılmış olup, bugün ziyaretçiler tarafından rahatlıkla görülmektedir. İşte bu yapı yine İstanbul’da meydana gelen bir isyanla 13 Ocak 532’de yanarak yıkılmasından sonra bugünkü üçüncü Ayasofya İmparator Jüstiniyen tarafından inşa ettirilmiş ve 27 Aralık 537 tarihinde büyük bir seremoni ile açılmıştır. Nedense ben bu imparatoru hep Devlet-i Aliyye-i Osmanî Hakanı Kanuni Sultan Süleyman’la mukayese ederim.
Ayasofya’nın mimarlığını ise, matematikçi Anthemios ile geometrici İsidoros yapmıştır. Her ikisi de mimar ya da mühendis değildirler ancak, dönemin en iyi bilim adamlarıdırlar. Kanaatimce Jüstiniyen’in böyle bir tercih yapma sebebi; kendisinin o güne kadar yapılmamış bir anıtı vücuda getirmek için pratiği olanlara değil teoriyi üreten yaratıcı beyinlerden istifade etme tercihidir. Yine zannımca başarılı olmuştur. Lakin Ayasofya’nın çok hızlı inşa edilmesi bazı yapısal sorunları da peşinden getirmiştir. Buna rağmen dünya sanat ve mimarlık tarihi içindeki önemi ve özellikleri hiçbir zaman inkar edilmemiş ve işin uzmanları tarafından her zaman hayret ve beğeni ile anılmıştır.
Ayasofya mabedinin önemini değerlendirirken meseleyi farklı boyutlardan bakmak gerekir. İlk önce az öncede ifade ettiğim üzere dünya sanat ve mimarlık tarihi içinde ayrı bir öneme sahip olduğunu bilmeliyiz. Bir çırpıda söyleyebileceklerimiz ise şunlardır: Tarihte inşa edilen katedraller arasında en kısa zamanda bitirilendir. Katedraller arasında kapalı alan ölçütünde bin yıl boyunca geçilememiştir. Muhteşem kubbe çapı ile hala Türkiye’de ilk sırada yer almakta ve dünyada ise uzun süre geçilememe özelliğine sahiptir. İnşasında kullanılan mermerler Anadolu, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Akdeniz adaları ve Avrupa’nın farklı coğrafyalarından getirilmiştir. En erkeni 9. Asırda olmak üzere yapılan figürlü mozaikler büyük ustaların elinden çıkmış, güney galeride yer alan Deisis mozaiği ise, Avrupa tasvir sanatında Rönesanssın habercisi olarak çoğu sanat tarihçisi tarafından değerlendirilmektedir. Daha önce denenmiş olsa da ilk defa devasa bir merkezi kubbe ile iki yarım kubbe burada gerçekleştirilmiştir. Evet bir çırpıda söyleyebileceklerimiz bunlardır.
Ayasofya mabedinin dini boyutu vardır. Doğu Hıristiyanlığının en büyük eski katedralidir. Hıristiyanlık kendi içinde mezheplere bölünmeden evvel 500 yıl boyunca bütün Hırıstiyanlığın kilisesi olma özelliğine sahiptir. Nitekim yakın bir tarihte ülkemizi ve Ayasofya’yı ziyaret eden Papa Françis’in Basın sözcüsü Rahip Federico Lombardi, "Papa'nın Ayasofya'yı ziyareti bir müze ziyaretinden ibaret değildi." derken tam da bunu kastetmiştir. Lombardi, ülkesinde yapmış olduğu açıklamada
"Ayasofya, bin yıldan uzun süre Hristiyan bazilikasıydı. Bunun ilk 500 yılında da birleşik, yani ayrılıktan önceki evrensel kiliseye aitti.” diyerek kendileri açısından önemli bir hususun altını çizmekte ve bir özlemlerini dile getirmektedir.
Biz Müslümanlara gelince de bu doğrudan Peygamber Efendimizin Hadis-i Şerifleri ile müjdelenen ve müjdenin içinde vaat edilen “kutlu komutan” ve “kutlu asker” olma özlemi, birçok İslam mücahidini, alperenini İstanbul surlarının önüne getirmiştir. Bu hadis-i şerifte müjdelenen komutan ve asker olmak için nice şehidler ve gaziler verilmiştir.
Ayasofya’nın orijinal yapısı büyük bir külliye olarak vazife görmekteydi. Ayasofya Külliyesi hangi yapılardan oluşmaktaydı? O yapılardan günümüze hangileri intikal etmiştir, hangileri yok olmuştur?
Türkler tarafından 29 Mayıs 1453 tarihinde fethedilen Costantinapolis’in en büyük mabedi Ayasofya idi. O zamanki savaş kuralları içerisinde savaşılarak elde edilen şehrin en büyük kilisesi camiye tahavvül edilirdi. Bunun yanında Ayasofya Doğu Roma imparatorunun kendi mülkünde idi. Yani Kilise teşkilatına veya başka birilerine ait değildi. Yine o günkü hukuka göre hükümdarın malı, mülkü, sarayı yine fetheden hükümdara ait olurdu. Nitekim Ayasofya’da direkt Fatih Sultan Mehmed Han’ın mülküne geçmiştir. Ayasofya’ya ilk eklenen külliye unsuru Ayasofya Medresesi’dir. Fetihten hemen sonra inşa edilen bu medresede Fatih Sultan Mehmed’in de hocası olan Molla Hüsrev ile Ali Kuşcu gibi önemli şahıslar dersler vermiştir. Sultan II. Bayezid Han, medreseyi iki katlı hale getirmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde yıkılarak yeniden inşa edilen medrese, 1935 yılında tamamen yıkılmış bugüne sadece temelleri kalmıştır. Yeniden inşası için bütün proje çalışmaları bitirilmiş ve yapımı için ihalesi sonuçlanmıştır. Lakin şimdilik beklemededir.
Ayasofya külliye haline getiren ise aslında Sultan I. Mahmud Han’dır. Bu hükümdarımız Ayasofya’ya içinde yer alan bir kütüphane ile şadırvan, sıbyan mektebi ve imarethane inşa ettirmiştir. Bu eserlerin inşası 1739 ile 1743 yılları arasındadır. Muvakkithanenin bugünkü son hali ise Sultan Abdülmecid döneminde yapılmıştır. Bunların yanında tabiî ki önemli unsurlardan birisi de Ayasofya türbeleridir. İlki Büyük Usta Mimar Sinan tarafından inşa edilen Sultan II. Selim Han Türbesi’dir. Benim açımdan bu türbe Osmanlı türbe mimarisini bir şahikasıdır. Buna müteakiben yakın aralıklarla Sultan III. Murad Han ve Sultan III. Mehmed Han türbeleri de Osmanlı türbe mimarinin köşe taşları arasında yer alır. Bu türbelere ek olarak ise Ayasofya Vaftizhanesi’nin ihtiyaca binaen dönüştürülerek Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim türbesi haline getirilmiştir. Bugün maalesef kafe olarak kullanılan ve Ayasofya’nın güney doğusunda yer alan Sultan İbrahim Sebili de dikkate şayan bir güzelliktedir.
Sultan I. Mahmud Kütüphanesi ile şadırvanının restorasyonları yeni bitirilmiş ve açılışları yapılmıştır. Sultan I. Mahmud İmarethanesi ise benim çokta tasvip etmediğim bir fonksiyonu vardır. Halı-Kilim Müzesi olarak kullanılmaktadır. Halbuki en azından burası bir Türk-Osmanlı mutfağı haline getirilerek hizmet verilebilirdi.
Bir külliye unsuru içinde yer almasa da bugün Ayasofya Mescidi olarak kullanılan doğu yönündeki ek yapı Sultan I. Mahmud Han döneminde inşa edilmiş ve Sultan Abdülmecid Han döneminde son şeklini almıştır.
Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesi doğrultusunda Camii’ye dönüştürülmesi devamlı gündemde. Ayasofya, Camii olmak için fiziksel olarak ve diğer hususlarda hazır mı?
Tabi bu husus yani Ayasofya’nın yeniden cami olarak hizmeti açılması meselesi öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti erkinin vereceği bir karardır. Bizimle yapılan bu tür görüşmelerde –nitekim şu an sizinle olduğu gibi- genelde figürlü mozaikler konusu gündeme getirilir lakin, şunu bilmeliyiz ki bu figürlü mozaiklerin birçoğu 17. Asrın başlarına kadar üzerleri açıktır. Onun haricinde fiziksel olarak bir engel görmüyorum. Ancak yine de bu husustaki kararı sanırım Diyanet teşkilatının ilgili birimlerinin vermesi daha doğru olur. Bunun yanında Ayasofya’nın sanat ve mimarlık tarihi içindeki yeri bilinerek hareket edilmeli ve ilgili bilim disiplinlerinin kıymetli mensuplarının da görüşlerine yer verilmelidir.
Ayasofya Türkler ve Müslüman açısından nasıl bir öneme sahiptir? Hangi sembolü temsil etmektedir?
Ayasofya her şeyden önce İstanbul’un fethinin bir sembolüdür. Ayasofya her şeyden önce Büyük Kağan, Hakan ve İmparator Fatih Sultan Mehmed Han ve onun övülmüş askerlerinin bize emanetidir. Ama her şeyden önce Peygamber Efendimizin bizlere fethedin diye gösterdiği bir şehrin en kıymetli hazinesidir. Ben zaman zaman Peygamber Efendimizin bu hadis-i şerifinin işaret ettiği yer İstanbul değil de sanki Ayasofya mıdır diye hep düşünmüşümdür. Bilmiyorum yeterince açıklayıcı oldum mu?
Ayasofya konusunda İstanbul’da yaşayan bizlere ne gibi sorumluluklar düşmektedir?
Belki rivayettir belki gerçektir. Bunu tetkik etmedim. Ama İstanbul işgal altındayken Sultan Vahidettin Han, ortaya çıkan can tehlikesine karşı kendi özel birliğine vermiş olduğu bir emirden bahsedilir. “Benim hayatım önemli değil, Ayasofya’yı koruyun”. Söylese de söylemese de işte bu hassasiyet içinde olmalıyız. Onun haricinde söyleşimizin başında beri ifade ediyorum. Bu mabedin sanat ve mimarlık tarihi içindeki yeri hiçbir şeyle mukayese götürmez. Belki de burada şunu da eklemeliyim. Ayasofya mabedinin inşa edildiği yıllarda daha İslâm dini zuhur etmemişti. Yani son semavi din tahrif edilmiş olsa da o vakitler Hıristiyanlıktı. Ve bu mâbedde o tarihlerdeki son semavi din için yapılmıştı.
Siz Ayasofya Müzesi Müdürü olduktan sonra neler değişti?
Ayasofya hizmetin bir maddi bir de manevi boyutu vardır. Bunu yine öncelikle ifade etmek isterim. Müze müdürleri kendinden önceki müdür arkadaşından bayrağı alarak hedefe doğru yürümeye, koşmaya devam ederler. Benim talihim bayrağı teslim aldığım meslektaşım tam manasıyla bir kültür adamı, kıymetli bir ilim insanı ve bizim yaş jenerasyonun takdir ve takip ettiği kıymetli bir şahsiyet ve gönül adamı olan Prof. Dr. Sayın Haluk Dursun hocamdı. Kendisinden çok şey öğrendiğimiz gibi talim ve terbiyemiz hâlâ devam ediyor. Tabi ondan önce görev yapan kıymetli Jale Dedeoğlu ve rahmetli Mustafa Akkaya’yı hayırlı ve minnetle anmak isterim.
Ayasofya yaklaşık bin beş yüz yaşında olan bir binadır. En büyük sorunu ise restorasyonlarıdır. Sultan I. Mahmud Kütüphanesi ve Şadırvanı’nın restorasyonlarını bitirip hizmete aştığımızda nasıl mutlu olduysak, halen devam etmekte olan Ayasofya batı cephesi restorasyonu ile iç yüzeylerinin restorasyon çalışmalarının bitmesinde de o kadar sevineceğiz. Ama Ayasofya’da hiçbir şey kolay değildir. Çünkü bu kadar yaşlı olan bir bina, tarihi boyunca birçok müdahaleye uğramış ve çeşitli uygulamalar görmüştür. Kılı kırk yararak yaptığımız işler hakikaten kolay olmamaktadır ve aslında olmamalıdır da. Bunun yanında Ayasofya müdürlüğüne Kariye, Fethiye ile Büyük Saray Mozaikler müzelerinin bağlı olduğunu, Kariye de şu anda çok kapsamlı bir restorasyon çalışması yapıldığını ve diğer yerlerinde restorasyon projelerinin biterek muhtemelen önümüzdeki sene onarımlarına başlanacağını ifade edersek, müdürlük olarak işimizin ne kadar yoğun ve yorucu olduğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber restorasyonlar devam ederken bir taraftan da ziyarete açık olan birimlerimiz, bizlerin iş dikkatini mümkün olan en üst seviyeye çıkartmasına gerektirmektedir.
Diğer taraftan yıllar sonra 13.Sayısı 2010 yılında Haluk Dursun hocamızın döneminde yayımlanan Ayasofya Yıllığı’nın son sayısı yani 14. Sayısı dönemimizde yayımlandı ve çok kıymetli yerli ve yabancı makalelerden oluştu.
Bu tür maddi hizmetlerin ismini ve sayısını artırmak mümkündür. Yeri gelmişken ifade etmeliyim ki bunların hepsini tabiî ki Ayasofya’da çalışan pek kıymetli mesai arkadaşlarımızla beraber yaptığımızı hatırlatmak isterim.
Gelelim hizmetin manevi boyutuna. Ayasofya’nın 1991 yılından beri açık olan doğu kısmındaki Hünkar Kasrı içinde bir mescidi vardır. Aynı yılda minarelerinden ezanlar okunmaya başlanmış ancak 1996 tarihinde ses sisteminin bozulması bahanesiyle Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun kapısı tarafındaki Sultan Bayezid minaresi hariç –o da kısık bir sesle- diğer minarelerdeki sesler susturulmuştur. Göreve başladıktan sonra mescidin çok kıymetli vekil müezzin ve imamı Yıldıray Şaşi beyefendinin de talebi doğrultusunda, sesleri önceden kısıltılan üç minareden de yeniden Ezan-ı Muhammed sesleri yükselmeye başlamış ve tüm ses sistemi aksamı bu kıymetli vekil müezzin ve imamı tarafından değiştirilmiştir. Tabi bu çalışmalara hayırsever kardeşlerimizin maddi desteklerini söylemeden geçmek olmaz. Diyanet teşkilatı minarelerimizde okunmaya başlayan bu ezan sesinden sonra hemen karşımızda bulunan Sultan Ahmed Camii ile karşılıklı olarak öğle, ikindi ve yatsı ezanlarını bir Osmanlı geleneği olan “Çifte Ezan” şeklinde okutmaktadır. Son üç senedir ise Muharrem ayının ilk on gününde öğle ezanları “Hüseyni” makamında okutularak bir gelenek tekrar yaşatılmaya başlanmıştır. Bunlarda emeği olan bütün kardeşlerimize teşekkür ederken bu hususta bilhassa Bâyezid Camii müezzini Abdullah Hoca’ya hassaten teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
Kıymetli vaktinizi ayırıp bizleri Ayasofya konusunda tenvir eylediğiniz için teşekkür ediyor, hayırlı çalışmalarınızda muvaffakiyetler diliyoruz.
Bende sizlere teşekkür ederim.