Hokkadan kaleme, kalemden kağıda
Kağıttan göze, gözden kalbe
Her ne türlü söz vaki olacaksa
Hakk içun, hayr içun
Lügatimizde en güzel dibace
Besmele, Hamdele ve Salvele.
Korkuyoruz. Alemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle’nin, kullarındaki acziyeti hoş görüşünü can evimizin kandiline varıncaya dek hissettiğimiz halde, bir sürç ü lisana uğramaktan utanıyor ve korkuyoruz. Çünkü hakkında kelam etmeye niyetlendiğimiz ve azmettiğimiz insan çok saygın.
Huzuruna vardığımızda ruhlarımızın edep ve iman ile sarsıldığı, yine edep ve iman ile lütuflara mazhar olup inşiraha erdiği, kâh el pençe divan ile nefes tutup kalbimize ve aklımıza çeki düzen verdiğimiz kâh kısacık bir inziva ile tövbeye bürünüp neleri neleri düşündüğümüz çok saygın bir insan.
Melekler’in, Peygamberlerin, Alimlerin, ve Şehidlerin; saçlarını okşamakla cennetin kazanıldığı yetimlerin, diri diri toprağa gömülen ve gömülmekten korunan kız çocuklarının, kölelerin ve hürlerin, fakirlerin ve fakirlerin, birbirlerine iyiliği tavsiye eden ve Allah için yaşayıp Allah için ölmeyi arzulayan adamların ve kadınların, kalemle yazan ve Kader kaleminin yazdığı yüce emir için savaşan orduların; on okuma-yazma eşittir bir esir hükmünün buyurulduğu Bedir’in, haber verilmeden Okçular Tepesi’ni terk etmenin ağır bedellerle ödendiği Uhud’un; Kutsal Mekke’nin ve Kutsal Medine’nin, Kudüs’ün ve İstanbul’un, garpta ve şarkta, cenupta ve şimalde ne kadar belde varsa hepsinin; o beldelerde kopan fırtınaların ve kopmayan fırtınaların, yağan yağmurların ve yağmayan yağmurların, sallayan depremlerin ve sallamayı bekleyen depremlerin, kararan bulutların ve çakan şimşeklerin, kararan gecelerin ve ışıldayan yıldızların, sararan güneşlerin ve kızaran güneşlerin, çorak çöllerin ve yemyeşil bahçelerin, güllerin ve güllerin; avlulardaki çınarlardan dağ başında bal yapan arılara, su kenarındaki gölgeliklerden sarp kayalıklarda yuva yapa kartallara, inkar edilmez nimetlerle dolu ovalardan uçsuz bucaksız okyanuslara, ayak bastığımız topraklardan uçmak istediğimiz fezalara, derin sulardaki küçücük balıklardan uzayda yüzüp duran yörüngelere varana dek cümle mahlukata rahmet olan Alemlerin Efendisi Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sallahu aleyhi ve sellem) mihmândârı olmak… Bu bambaşka bir şeref…
Mihmandarlık süresince evinin Menzilgâh-ı Cibrîl olması gibi nice faziletin şahsında cem olduğu o saygın insanın adı Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el Ensârî.
Allah ondan razı olsun.
Rızâ-i İlâhî’yi umarak ve yine utanıp korkarak hem Mihmândâr-ı Nebî hem Alemdâr-ı Resûlullah, hem Kâtib-i Vahy hem Kurra-i Kirâm, hem Ni’mel Emir’e manevi rehber hem de emrolunduğu gibi mutlaka fetholunan bu Kostantiniyye şehrine Mana-i İstanbul olan Eyyûb Sultan hazretlerine misafir olalım.
Doğum yeri Medine, kabilesi Hazrec, kolu Neccaroğulları…
Anne ve baba tarafından Hazreti Peygamberle aynı mübarek soydan…
Revaha’ya torun, Zeyd’e oğul, Eyyûb’a, Abdurrahman’a, Hâlid’e ve Amre’ye baba…
Bey’atü’l- Harb’le Sâdık, Kutlu muâhâtla Muallimlerin Efendilerinden Mu’sab bin Umeyr’e Ensâr…
Ve Veda Tepeleri’nden üzerine ay doğan Kutlu Belde Medine’de Kutlu Elçi’ye Mihmândâr.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve Aleyhimürrıdvân.
Nur yüze baka baka, gül kokusun duya duya “Fedâke ebî ve ümmî ya Resûlullah” diyebilmenin ona nasip oluşunun, hicretten iki yıl evvel, hanımı Ümmü Eyyûb ile birlikte müslüman olduğu 620 senesine tekabül ettiği rivayet olunuyor.
Ebû Eyyûb (r.a) Hazretleri sabırda ve takvada meşhûr, cihada sevdalı. Seferde ve hazarda daima Alemlerin Efendisi’nin yanıbaşında olmakta ihtimamlı. Müşriklerin zulümlerine, mü’minlerin imanlarına; kırılan kalplere ve sevinen kalplere, yaşaran gözlere ve içleriyle gülünen gözlere şahid. Mübarek deve Kasvâ’nın memuriyetini yerine getirmesi ve Güzel Ahlak’ın Efendisi’nin evine teşrifiyle tarifsiz sevinçlere sahib.
Onun kalbinin yerinde hangi sahabenin kalbi olsa titrerdi, o da diğer bütün Sahabe-i Kiram Efendilerimiz gibi Allahû Tealâ’yı ve Allah Resûlünü çok seviyordu. Bir yandan hamd-ü senâlar ve şükranlarla dolu anlar yaşarken bir yandan da ta’zim ve hürmette “ya bir kusurumuz olursa” düşüncesiyle korkular yaşıyordu. Nitekim onun naklettiği bir hadis-i şerif şöyledir:
“Resûl-i Ekrem (s.a.v.) evimizin alt katina yerleşmişti. Ben de üst kattaki odada idim. Bir gün, yere bir miktar su dökülmüştü. Suyun tavandan sızarak Resûlullah’ın üzerine gelmemesi için suyu bir bez parçası ile kurutmaya çalıştık. Bunun üzerine Resûlullah’ın yanına inip dedim ki: ‘Ya Resûlallah, senin bulundugun bir yerin üstünde bulunmak bize yakışmaz, yukarıdaki odaya teşrif etmez misiniz?’ Resûlullah o günden sonra üst kata çıktı” (Müslim, Sahih II, 192)
Peygambere uyana uyar, muhalefet edene muhalefet ederdi. Rivayet olunur ki beslediği muhabbetin bir neticesi olarak yeryüzünün görüp görebileceği En Güzel Komutan ve İlmin Şehri olan Efendimiz (s.a.v) ona şu şekilde dua buyurmuştur:
“Yâ Hâlid! Yüce Hakk seni dünyada ve âhirette muazzez, mükerrem ve muhterem eylesin.”
Yine rivayet olunur ki Hayber gazâsının dönüş yolunda konakladıkları bir gece Eyyûb Sultan Hazretlerinin, Peygambere bir kötülük yapmaya kalkışan olur diye endişe duyması ve sabaha kadar Efendimiz’in çadırı etrafında nöbetlemesi üzerine İki Cihan Serveri şöyle dua buyurmuştur:
“Yâ Rabbî! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru.”
Düşünün, Allah Azze, nasıl Maide Sûresi 67. Ayet-i Kerimesinde “… Allah seni insanlardan korur” buyurarak Resûlü Muhammed’i (s.a.v) korumuşsa bu şekilde dua buyurulanı da korumaz mı? Hem de nasıl güzel bir şekilde korumaz mı? Öyle ki onu seksen küsur yaşındayken at sırtına bağlı halde İstanbul ‘a fetih için getirip karanlıklar içindeki şehrin surları yakınlarına defnolunan Salih Zât eyleyip, orduları cihana nam salan Devlet-i Aliye’yi ona hürmetkâr kılmaz mı?
Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...