Peki ya şimdi… Ayasofya’da okunan ezan suskun… Devletimizin iki manevi temelinden birisi mahzun… Sultan Fatih’in emaneti Ayasofya’nın en yakın zamanda Cami olarak yeniden hizmete girmesi duasıyla…
Birçok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Diyarbekir’in bir harika olan bu oğlu konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi; İlk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bani idi; maziye arkasını çevirmiş sabit bir bakışla yalnız istikbale bakardı. Maziye karşı daüssılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki;
Harabisin harabati değilsin Gözün mazidedir ati değilsin
Ben de mazinin kulağıma fısıldağı bir sesle cecap verdim:
Ne harabi ne harabatiyim Kökü mazide olan atiyim dedim.
Bir cevaptan başka ciddi manası olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti. Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fatih; Kostantiniyye fethine dair bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmaya gelmiş olan o ejder gibi toplar Gelibolu’dan gelen o binbir yelkenli beyaz donanma; hasılı o safha kalbimde canlandı. Elli yedi gün süren o muhasaradan ihtiyar Akşemseddin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya Müfettiha’l-ebvab!” diye bağırdığı tepelerden surlara baktım. İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur Saray’ı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmaya çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezdim. Yedikule’den Eyüb’e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim. Rumi mayısın yirmi dokuzuncu sah sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmiştiler. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857 seneden İslâm’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci bütün kalbimle hissettim.
Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destanı. Bellini’nin meşhur resmi kadar bu tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rü’ya maziydi. Birgün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal-i vaki’di. Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyle ilk defa idrak ettim!
Yine birgün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor”.
Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkari penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: “Hırka-i saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?” dedi ki: “Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.”
Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saadet’i, Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hâfız nöbetle kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’aıı sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hala okunuyor! Selim’in Hırka-i saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hala okunuyor!
Eskişehir’in, Afyonkarahisar’m, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!
Yahya Kemal BEYATLI
Allahümme salli ve sellim ve barik aleyh tüm bu nimetler O nun eseri
Çok şükür bugün de aynı manevi ruh devam ediyor. Hırka-i Saadette KUR’AN, Ayasofya da ezan. İnşallah kıyamete kadar devam. Bu sevdaya gönül verip darı bekaya kavuşanların ruhları şadolsun